Evin sol yanında sarı bir yamaç vardı, üzerinde üç kısa yeşil ağaç. Bu üç kısa ağaç, her gece karanlığın ortasında sessizce nefes alıp verirdi. Kimseler duymazdı onları. Birbirlerine de uzak üç kara ağaç olurlardı. Ne kelimeleri varırdı birbirlerine ne nefesleri…
Sarı yamacın üç sakini daha vardı; Üç alakarga! Adam onları fark ettiğinde ikilerdi daha. Evin sağ tarafında başka evler, başka evlerde insanların akan hayatları vardı. Adam bir yandan o insanlarla konuşuyor, selamlaşıyordu ama gözü hep sola kayıyordu. İki alakarga yarım saattir oradaydı; aynı yerde, sarı otların arasında başka bir zamanı yaşıyorlardı. Evin bulunduğu yere anca seken ufak sesler çıkarıyor, kendi aralarında konuşuyorlardı. Adam yeniden kafasını çevirdiğinde alakargalar üç olmuşlardı. Adam, yamaçtaki zamanın içinde olmak istedi. Sadece oraya bakarak değil; orada bir kuş, orada bir ağaç olarak; belki bir ot, belki bir taş, belki otların arasında ilerleyen bir böcek, belki kara gözleriyle onlara bakan bir alakarga…

Biraz sonra yamacın daha yakın bir köşesinde serçelerin biriktiğini ve yiyecek aradıklarını gördü. Yamaçtaki zaman, otların arasında bir arayıştı. Serçeler kimsenin bakmadığı o noktada bile temkini elden bırakmıyorlardı. Adam, sağ tarafındaki insana ait hayatın akışına kaydı. Hava karardı, yamacın kuşları gitti. Yaşamın rengi, günden geceye döndü.
Yamacın üç ağacı adamın sadece baktığı anda hissettiği o geniş, hafif zamanın tanığıydı. Gün boyu kuşları, kelebekleri, böcekleri, güneşi dallarında hissederlerdi. Gece olduğunda kimse kalmıyordu. Yalnızca cırcır böcekleri yıldızları titretiyor, yamaçta ağaçlar kıpırdamadan, saklanamadan, sadece gözlerini kapatarak kayboluyor, uykuya çekiliyorlardı.
Peki alakargalar neredeydi? Belki de şu en yakın ağacın dalları içindelerdi şimdi. Üç ağacın aksine, üç alakarga sürekli muhabbet içindeydi.Geceleri de belki bir çalılıkta, belki bir ağacın dalları üstünde bir arada uyuyor olmalılardı. Birbirlerinin varlıklarını hissetmek, yaşamı hissetmekti. Gün doğar doğmaz ötmeye başlayacaklardı. Yamaçtaki yaşamın kalp atışı kuş sesleriydi. Onlar şakıyorsa dünya dönüyor, zaman akıyordu…

Adam bu zamanın neresindeydi? Yamaçtaki yaşama neden kayıyordu gözleri? Belki de zamanı sadeleştirmenin yolu kelimeleri sadeleştirmekten geçiyordu. Daha az, daha sade, daha dolaysız… Şehrin zamanı bir atık suydu. İçi plastik, teneke, hortum, demir, çivi, deterjan doluydu. Yamaçtaki zamansa bir derenin suyuydu. Yıllardır nasıl akıyorsa yine öyle akıyordu. Dokunmadığı, şekillendirmediği hiçbir taş yolunda yoktu. Bilmek, yalnızca bir dere olarak var olmaktı. Derenin yolunda, tanımadığı tek bir cisim yoktu.
Ertesi gün hava kapalıydı. Yağmur henüz uzaktaydı. Yine de birkaç damla düşmüştü toprağa. Güneşin yakmadığı çayırların nefes aldığını hissediyordu adam. Yalnızca çayırlar değil, kendisi de nefes alıyordu. Binlerce insanla birlikte yaşadığı bir kutudan çıkmış, bu sarı-yeşil açıklığa varmıştı. Ama kapının önü yine de kapının önüydü ve resme bakmak, resmin içinde olmak değildi. Adam kalktı ve yamaca gidip artık sararmaya başlayan çimenlerin üzerine oturdu. Otla, kuşla, böcekle, taşla zaman geçirdi. Yamaçtan kasabayı ve insanları izledi. Bir yerde işçiler yeni bir bina dikiyorlardı. Arabalar, karıncalar gibi ezberledikleri yolları izliyor, uzakta bir kafede turistler oturuyordu.
O gidince kuşlar yamaçtan ayrılmıştı. Korkuluk gibi hissetti adam. Kuşlar yalnızca zaman zaman tepesinde uçuyor ve “Git buradan!” diyorlardı. Bir ara uzakta bir ağaca doluşan serçeler uzun bir tartışmaya girdiler. Seslerini insanlar gibi kısmıyorlardı. Bir sahil çay bahçesinin şakır şakır kaşık sesleriydi çıkardıkları. Hayır, adamı konuşmuyorlardı. Bambaşka bir meseleleri vardı ve bunu yalnız onlar biliyorlardı.
Adam yağmurun gelmesini bekleyerek yamaçta iki saate yakın vakit geçirdi. O yağmur gelmedi ama yamaçtaki zamanın içinde tüm zamanlar; tüm mevsimler, yağmurlar vardı. Adam o yamaçta sallanan kuru bir ottu, otların arasında dolaşan bir böcekti. O zamanın içinden her yere eşit bakan bir ot, her yeri bilen, tanıyan bir böcek; hepsi bir bütündü ve hepsinin içinde o bütüne aitti adam.
Evinden çok uzakta, dünyanın kim bilir neresinde, sarı bir yamacın üstünde, resme ancak uzaktan bakılınca gözüken, küçücük bir nokta olmuştu. Gün kararana kadar orada kaldı. Yağmur yağmadı. Tüm yağmurlar oradaydı…
Erdem Şimşek / Zabljak, Eylül 2024

Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.