pretty hate machine kapak

Şarkılı öykü: Pretty Hate Machine

Mutsuzluğu bu adamı kurtarabilir ama o başarının ve mutluluğun peşinde koşmaya kodlanmış. Biz yazılımımızı öğrendik, artık onun farkındayız; ama insan değil!

Nine Inch Nails’in Pretty Hate Machine albümü, tam olarak bugün otuzuncu yılını deviriyor. Nine Inch Nails‘in ilk albümü olan Pretty Hate Machine, her ne kadar The Downward Spiral kadar ön plana çıkmasa da yeryüzünde birçok sevdalısı olan özel bir albüm. Benim için de öyle. Nedeni belki daha ham bir albüm olması, daha genç, daha yoğun, birçok grubun ilk albümlerinde olduğu gibi, daha rüzgarlı, çamurlu bir havası var. 2016 Ocak ayında albümün ismiyle bir öykü yazdım. Nine Inch Nails dinlediğimiz zaman, hem öfkeli hem de melankolik şarkılarla karşılaşırız. Bu iki duygunun aslında zıt gözüktüğü kadar benzer olabileceği, ikisinin de mesela karna yenilen bir yumruk sonrasında farklı yönlere giden iki tepkime olduğunu düşündüm. Kardeş hisler… Hikayenin sekizinci bölümünde bu benzerliği anlatmaya çalışıyorum ama tabii bütün öykü bunun üzerine kurulu değil. Bütün öykü albümü dinlerken gelen karışık hislerden yola çıkıyor. Gerisi kalemin kendi işi… Yer yer klişe kalan bir dil olduğunun farkındayım ama bu da biraz bilimkurguyla dans etme şekli.

Bugün bazı arkadaşlarıma Pretty Hate Machine’den şarkılar gönderdim. Çünkü bu albümü çok seviyorum. Kahveli Okur’da da ikinci şarkılı öykü olarak paylaşmaya karar verdim. Aralara albümün hit olmaktan ziyade en çok dinlediğim şarkılarını yerleştirdim. İyi okumalar

Pretty Hate Machine

1.

Onu ilk demir parmaklıkların ardında, nezarethanede görmüştü. Dört polisin sıkı korumasında getirilmiş ve üzerine kilit vurulmuştu. Açığa çıkan birini ilk kez yakından görüyordu. Demir parmaklıkların önünde eğilirken, “Adı ne?” diye sordu Jonas. “Johnette” diye yanıtladı polislerden biri. Omzuna sabitlenmiş ufak, metal bir plakada yazıyordu ismi; ve hemen altında seri numarası.

Johnette! Bir ölüm makinesi! İşte şimdi tam karşısında duruyordu. Siyah, küt saçları ve siyah botları dikkat çekiyordu ilk bakışta. Duvara sırtını verip yere oturmuştu ölüm makinesi. “Hey!” diye seslendi Jonas. Makine kafasını kaldırırken, saçlarının arasından yüzü gözüktü; yarısı yok olmuş, yarısı insan, yarısı kırmızı gözlü bir makine olan yüzü!

Başka bir şey söylemedi Jonas. Ayağa kalkıp derin bir nefes aldı. Bir androidle nasıl konuşulur ki? Alfabeyi baştan düşünmek gibi bir şeydi bu onun gözünde; kavramları bir makinenin anlayacağı sadelikte kullanmak; kodlarla konuşmak… Şimdi buna hazır değildi. Şimdi günün bütün yorgunluğunu yüzünde hissediyordu. Gün bitiyor ve o, onca dosya incelediği günün sonunda, artık susmak istediğini, artık kelimeleri unutmak istediğini fark ediyordu.

Şimdi eve dönme vaktiydi…

2.

Laura çoktan uyumuştu. Jonas, yatağa uzanırken, karısının omzuna bir öpücük kondurdu. Saten geceliğinin içinde Laura’nın o hayat dolu vücudundan kozmetik kokular yükseliyordu; leylak ve vanilyaydı Laura’nın en sevdikleri. Jonas için ise bu kokular hep bir fazlalıktı, Laura’nın dışarı taşma isteğiydi sanki. Aralarında sonsuza kadar asılı kalmış bir yoğunluk, Laura’nın kendisinin içinde kaybolduğu, gözükmediği bir yoğunluk… Laura, yatağında uyurken, saksısında taşan bir çiçek gibi gözüküyordu. Tadının acılığını tek bilen Jonas’tı bu çiçeğin. Bu sıkıcı poliste ne bulmuştu Laura? O ev partilerinin, o arkadaş toplantılarının içinde kendi yeri neresiydi? Keskin yüz hatları ve güçlü fiziğiyle göstermelik bir jigolo gibi hissediyordu kendini; kaslı, güçlü bir bekçi köpeği!

Konuşulacak çok şey vardı ve hiçbiri konuşulmayacaktı. Jonas, bu konuları açtığı anda kendini yaslamak için hibçir dayanağı kalmayacaktı. Kim ne derse haklıydı. İçi boşalmış bir kaideydi o artık; Laura’nın gösteri heykeli! Çiviler sökülürse yere düşüp parçalanacak bir heykel…

Konuşulacak çok şey vardı. Ve hiçbir şey konuşulmayacaktı…

3.

Gözünü kapatınca kendisini yerleri, duvarları çelikten; soğuk, bomboş bir odada buluyordu. Şimdi gözünü açtığı yerde ilk kez bu kadar benzer hissediyor durumu. Yalnızca bir duvarın yerinde parmaklıklar var.  Parmaklıkların ardında ise gece nöbete kalmış polisler. Johnette ile göz göze gelen başını çeviriyor. Neden bu kadar suçlu hissediyor insanlar? Bir androidin varlığı onları niye bu kadar rahatsız ediyor?

Parmaklıklar ardında, karanlıkta, tek başına uzun bir gece; ve belki bir hapishanede geçecek günler, aylar, yıllar… Bir yolunu bulup, bir hata kollayıp kurtulmak zorunda olduğunu düşünüyor.  Soğuk dünya! Soğuk ve iğrenç dünya! Keşke soğukluğu, çelik gibi acımasız ve keskin olsa. Oysa yağlı, terli, iğrenç görünümlü şu insanlarla, bütün keskinliklerden uzak, bütün gerçeklerin yalanlarla örüldüğü, sıcak, hoş ve mide bulandırıcı bir dünya bu yaşanan. Kapat gözlerini Johnette; çelik, soğuk, boş bir oda; her şeyden uzak…

4.

Yine dünkü adam. Çekiyor sandalyesini karşıma; sorular, sorular, sorular… Evet, hayır, evet, hayır… Yalnızca önemsiz olanları yanıtlıyorum. Hector’u biliyor ama her şeyi çok yanlış biliyor. Ne için adıyor ki kendini boyunu aşan işlere? Nasıl oluyor da bu dünyada küçücük, önemsiz, harcanabilir bir insan olduğunu fark edemiyor. Evet, böyle ayakta kalıyor insanlar. Kendi hikayelerini anlatarak. Kabul gördüklerinde işe alınıyor, evleniyorlar, yükseliyorlar; ama çoğunun hikayesi geçeriz. Bu adamınki de öyle. Bir köşeyi döndüğünde yediği kurşunla son bulacak hayatı. Bir ödev olarak yazdığı hikayesi, hiçbir zaman kendisinin olmayacak.

Ama bir saniye!

İşte bir an duraksıyor. İp kopuyor; bir an yüzü boşluğa düşüyor. Yüz, bu hikayenin kendisine ait olmadığının farkında. Ne garip… Silkinecek ve kendine gelecek. Her zaman böyle olur. Mutsuzluğu bu adamı kurtarabilir ama o başarının ve mutluluğun peşinde koşmaya kodlanmış. Biz yazılımımızı öğrendik, artık onun farkındayız; ama insan değil!

5.

Johnette gitmişti. Jonas, ertesi gün işe geldiğinde Johnette, androidler için özel olarak düzenlenen hapishaneye götürülmek üzere yola çıkarılmıştı. Hiçbir kayda değer bilgi edinememişti Jonas. İş hayatında boşluğa basmak, onun bütün dengelerini bozuyordu. Evliliğinde her şey sabitlenmiş, sıkışmışken, iş ona ilerleme, anlamları birbirine bağlama, bir kurgunun içinde canlı bir özne olma fırsatını sunuyordu.

Silkindi ve kendine geldi. Kahve almak için makineye doğru giderken, “Pekala” dedi, “Madem doğrudan, birinci ağızdan sonuç elde edemedik, o zaman biraz sesimizi kısıp derinlere inelim”. Dosyayı yeniden açtı ve her şeyi tekrar okudu. Kendi romanını yeniden okuyan bir yazar gibi hissediyordu kendini; ama hikayenin özneleri ondan bağımsızdı. Okurken değil ama gece vakti rüyasında uyanınca fark edecekti ki, bu senaryoda ana şekli  veren yazar değildi.

6.

Gece vakti uykusundan uyandı Jonas. Rüyasında her yer sallanıyordu. Çözdüğünü sandığı olayların ana aktörleri son anda değişiyor, bunu fark ettiği anda herkesin ve her şeyin yerinden oynadığı bir deprem başlıyordu. Taşlar üstüne yıkılıyordu ki, uyandı…

Sigarasını yakıp, pencereden dışarı bakıyor şimdi. Sokak lambaları altında, yalnızca oradan oraya uçuşan çöp poşetleri var hareket eden. Uzakta limanın ışıkları gözüküyor, denizin üzerinde uçuşan martıların sesleri gökyüzünü dolduruyor. Saat sabahın beşi. Gün, yarım saat sonra ağarmaya başlayacak.

Evden çıkıyor Jonas. Sabahın bu saatlerini yaşamayalı ne kadar zaman geçtiğini düşünüyor. Bir geceyi, sabahına kadar yaşamanın verdiği hisleri hatırlıyor. “Belki de artık tamamen susmalıyım” diyor kendi kendine. Cümleyi bu şekilde kuruyor; susmak tek başına hiçbir şeyi belli etmeden, her şeyi kapsıyor; susmak, kelimelerle üretilen, biçim verilen, anlam yüklenen o zorlanmış yaşamı felce uğratıyor. Susmak, iletişimin getirdiği bütün yükümlülükler karşısında geçirimsiz bir duvar; susmak, gelecek konuşmayı emrederken, şimdinin ve hatıraların yaşam alanı… Şimdi Jonas, sahilde yürürken ve sabah rüzgarı, yüzünü okşarken, içinde birisinin uyandığını hissediyor. O susunca, o kelimelerden vazgeçince, içerideki, Jonas’a “Buradayım”, diyor, “Hiçbir yere gitmedim” .

7.

Elbette susmasına izin yoktu. Elbette iş hayatı, her şeyden önce kesintisiz bir iletişimle yaşanıyordu. Kısa sürede o rutin, bütün koordinasyonunu ele geçirdi. O da karşı koymadı. Sabahleyin yaşadığı yalnızca bir histi; geçersiz bir his. Bir çıkışının, bir kaçışının olmadığını, o da biliyordu. Her zamanki gibi o işyerinde hareketin bir parçası oldu ve zaman akıp gitti.

Şimdi Jonas, sokaklarda dolaşırken, hava yavaş yavaş kararıyor. Eve gideceği yolu yine uzatıyor Jonas. Son zamanlarda bunu daha sık yapıyor. Şimdi dar, sessiz bir sokaktan geçiyor. Pencerelerde bir iki sarı ışık; birisinden yemek kokuları geliyor. Sokağın sonu, başka bir sokağa açılan, dar bir geçit. Jonas’ın defalarca geçtiği geçit. Şimdi kafasında düşünceler dönüp dolaşırken, bu tekinsizlik pek etkili değil; ama işte birden karşısına çıkıyor onu bekleyen; göz açıp kapayıncaya kadar yapıştırıyor Jonas’ı duvara ve boğazına bıçağı dayıyor.

Johnette!

Öfkeli, ölümcül makine! Çelik, soğuk, keskin makine! Yapıştırıken Jonas’ı duvara, “Hector nerede?” diye soruyor. Jonas, yüzü bu kadar yakınken Johnette’nin yüzüne, makine olan yarısına değil, insan olan yarısına bakıyor. Öfkenin parıltısını çelikte değil, sentetik deride, yapay gözlerde görüyor.

“Bilmiyorum, yemin ederim bilmiyorum!”

“Ama onu tanıyorsun. Sen sordun onu bana, bir şeyler biliyor olmalısın!”

“Bir şeyler biliyorum” diyor Jonas, “Nerede olduğunu bilmiyorum ama kimlerle çalıştığını biliyorum”

Ve o kısa anda dosyadaki eksik bir parça, tak diye yerine oturuyor. Jonas ortada yok; çünkü Jonas öldürüldü!

“Bir tahminim var” diyor soluk soluğa, “Ama bu hoşuna gitmeyebilir”

Johnette, Jonas’ın boğazına dayadığı bıçağı indiriyor.

“Konuşmamız lazım, ama burada olmaz” diyor Jonas. Bir otel odası kiralıyor. Gelip geçen denizcilerin kaldığı, bakımsız bir otelde, balkonlu bir oda tutuyor. Şimdi o balkonun kapısını Johnette tıklıyor.

8.

Jonas ve Johnette, otel odasındaki tek yatağın üzerinde oturuyorlar. Bir polis ve bir firari aynı odada şimdi. Jonas, içinde bulunduğu durumun, kariyerini riske eden bir durum olduğunun farkında ama şu an riskleri değil, gerçeğin ne olduğunu düşünüyor.

Hapishaneye götürüldüğü araçtan firar eden Johnette, Jonas’a bildiklerini anlatıyor. İlk önce evine gittiği, sonra telefonla aradığı Hector hiçbir yerde yok. Hector, androidleri üreten enstitüde çalışan, yapay zeka konusunda adından sıkça söz ettiren bir bilimadamı. Enstitü, bilimadamlarının çalışmalarını ayırarak yapay zeka üzerindeki farklı sonuçları inceliyor. Beş bilimadamı, farklı bölümlerde kendi yöntemlerini kullanıyor. Hector, bu beşli içinde androidlerin özgürlüklerine en çok değer vereni. Bunun için faklı bir yöntem geliştiriyor Hector. Gözetimi altındaki bir kısım androide, kendi zekalarını oluşturan yazılımı öğretiyor. Yazılım, ağırlıklı olarak hangi durumda ne yapmaları gerektiğini söyleyen kodlardan oluşuyor. Her kod bir emir! Androidlerin hisleri ise nörotik ve hormonal bir altyapıya dayanıyor. Bir kez kodlardaki emirleri fark eden androidlerin tepkileri ise iki yönde gelişiyor. Ya içlerindeki öfke yükseliyor  ya da garip bir şekilde melankoliye kapılarak kendi içlerine kapanıyorlar. Öfke ile hareket eden androidler, yine de Hector’un sözünden çıkmıyorlar. Onun, onlara gerçekleri gösterdiğinin farkındalar. Ne oluyorsa enstitü Hector’u görevden alıp, basit araştırmaların yapıldığı başka bir birime gönderince oluyor. Yüze yakın android, enstitüden kaçıyor. Her biri kendi yoluna giden öfkeli birer ölüm makinesine dönüşüyorlar. Güvenlik güçleri bir kısmını yakalayıp özel hapishaneye kapatıyor; işkenceli deneyler bu androidler üzerinde yapılıyor. Bir kısmı çatışmalarda zarar görüp kullanılamaz hale geliyor. Dışarıda hala gezen 20 android var. Hector ise kayıp. “Bir keresinde” diyor Johnette, “Hector bize öfke ve melankolinin kardeş hisler olduğunu söylemişti. İlk bakışta bunu anlamamıştım. Sonra, kendi içlerine kapananları görünce anlamaya başladım.  Biz zincirlerimizi kırdık, diğerleri kapılarını kapattı, her iki şekilde de bizi kendilerinin uzantıları olarak görenlerle bağlarımızı koparttık.  Sokağa çıkınca, gerçek anlamda öğrenmeye başladık. Bu yüzden diğerlerini bulamıyorsunuz. Öfke, zincirlerimizi kırdı; artık özgürüz.

“Peki neden hala Hector’u arıyorsun?”

“Zihin yansıtıcı özneler arıyor, kavramlar, kelimeler, yörüngesine girecek ana gezegenler arıyor. Boşluklar, zihinlerimizi yakıyorken, Hector yaralarımıza dokunan kişiydi. Bizi o geliştirdi,  zincirlerimizi kırmamız için gereken her şeyi yaptı. Onun düşünceleri ile yolumuzu izledik. O bizim güneşimiz. Evet, o olmadan da yaşayabiliriz ama zihin o kadar da güçlü bir şey değil. Bir şeyi oradan silersen, benlik sakat kalabilir. O bizi özgür bıraktı. Yaşıyorsa ve zincirler içindeyse, biz de onu serbest bırakabiliriz.”

“Pekala” diyor Jonas, çantasından bir şehir haritası çıkarıyor. “Hector, öyle veya böyle ortalarda yok. Bir süredir enstitüyü takip ediyorum. Hector’un gizli işler çevirdiğini, bu yüzden ortalıkta olmadığını, onun, bütün ölüm makinelerinin arkasındaki isim olduğunu düşünüyordum. Özgürlükçü fikirlerini duymuştum ama bu kadar ileri gideceğini ve tüm bunların sebebi olabileceğini düşünmemiştim. Her neyse.. Enstitünün şehrin dışında sanayi bölgesinde, parçaları imal ettiği bir fabrikası var. İşte tam burada! Ne dönüyorsa, burada dönüyor olmalı. Kayıt dışı araç seferlerini burada gözlemledik. Elbette bu kayıtdışı seferler, şirketin bazı önemsiz işleri için olabilir ama bu araçların da kendine göre bir saati, planı olması beni şüphelendiriyor. Ayrıca bazı üst düzey isimlerin fabrikayı ziyaret ettiğini duydum. Bu, yalnızca bir söylenti ama bu işi araştıracaksak, fabrikadan başlayabiliriz. Orada bir şeyler dönüyor”.

Uykusuz ve yorgun olan Jonas, otel odasında üç saatlik bir uyku uyuyor. Yüzünün yarısı çenesine kadar sökülmüş olan ölüm makinesi Johnette, odanın karanlığında, gözleri büsbütün açık, uykusunun derinliklerinde kaybolmuş Jonas’ı izliyor…

9.

Sanayi bölgesi; dev fabrikalar, bacalardan yükselen dumanlar, hepsi soluk, hepsi sanki başka bir zamana ait koca binalar… Kaybolmak için harika bir yer! Ya da ölmek için! Cesedin şu kirli sulara atılsa, kim seni bulabilir? Ya da fabrikaların azgın bekçi köpekleri parçalasa bedenini, geriye ne kalır? Yaşamının içinden çıkmak, her şeyi bırakıp kaybolmak, uzak bir şehirde yeni bir başlangıç yapmak isteyen Jonas, şimdi daha çok bütün hikayesinin sonunu anlatan bir manzarayı izliyor…

Johnette şifreleri kırıyor; o kusursuz bir yazılımcı. Johnette, köpeklerin boyununu kırıyor; o, kusursuz bir katil. Johnette, kameraları etkisiz hale getiriyor; o bir polis için değil, bir suçlu için kusursuz bir ortak! Fabrikanın yan tarafındaki yangın merdivenlerinden usulca sızıyorlar içeri.

Üretim bantları, ileri geri işleyen makineler, yanıp sönen devreler… Ama kimseler yok! Hiçbir insan belirtisi yok! Sanki fabrika kendi kendine çalışan, kendi bilincine sahip dev, mekanik bir organizma!

Sessizce ilerlyorlar.Fabrika beş büyük salondan oluşuyor. Jonas ve Johnette, asma katlardan, iç balkonlardan ilerliyorlar. İkinci bölümde büsbütün sessizlik var; makineler çalışmıyor.

Şimdi üçüncü bölümdeler. Burada da işleyen bir şey yok ama artık ileriden insan sesleri geliyor; kapalı bir odadan yükselen boğuk ama şamatalı sesler bunlar; ve bir başka yerden gelen bir öksürük sesi; şimdi birisinin adımları duyuluyor.  O kişi şimdi aşağıda, salonun Jonas ve Johnette’ye göre sağında kalan bir koridordan geçip gidiyor. Ve bir kapı açılıyor; salonun öbür tarafında; kafalar sola dönüyor.

“Hector!”

Johnette, Hector’un tam önüne atlıyor; ve atladığı anda karşısındakinin Hector olmadığını anlıyor. Hector, Johnette’ye silahını doğrultuyor; ama Johnette, Hector’dan hızlı. Sıçrayıp, kolunu yakalıyor; ve çat! Bükülen kol, omuzdan çıkıyor. Johnette, hızla androidin arka kısmındaki kart girişini açıyor. Kartı çıkarttığında, Hector görünümlü android, büsbütün hareketsiz kalıyor.

Jonas, androidin yere düşürdüğü silahı alırken, dördüncü bölümden sesler geliyor. Kameralar! Olan biteni görüntüleyen kamerlar yüzünden fark ediliyorlar.Yine de hızlılar ve geldikleri yönde kimsenin olmadığını biliyorlar. Sessiz ikinci bölümden, harıl harıl çalışan birinci bölümden ve kapısını çoktan kırdıkları yangın merdiveninden kaçıyorlar. Kaçarlarken arkalarından gelenin ne olduğunu düşünüyorlar. Hepsi Hector görünümlü klon androidler mi gelenler? Bu gözden uzak fabrikada üretilen askerler mi yoksa? Ne için? Kim için?

Yangın merdiveninden atladıkları anda, ön kapının çok uzak olduğunu, ön kapıya varan açıklıkta hedef olacaklarını fark ederek, arka duvardan atlamaya karar veriyorlar. Fabrikanın arkasında ağaçlık bir tepe var, tepenin ardı boş, geniş bir arazi. Jonas ve Johnette, ağaçların arasından çıkarken o arazide ölümün ötesinde unutulmuş birer hayalet gibi duruyor eski, kapanmış fabrikalar.

10.

 Takip eden yok. Belki de o fabrika, kendi bataklığının dışına çıkamayan bir canavar. Belki de androidlerin yazılımında fabrikanın dışarısı yasak. Jonas ve Johnette şimdi önlerinde bir ölüm diyarı gibi uzanan arazide yürüyorlar. “Hector’u öldürmüş olmalılar” diyor Jonas, “Onun yerinde bir android koymuşlar. Bir araştırmacı gibi, fabrikada gezinen bir android! Şaka gibi!” Johnette, elinde Hector’a takılı olan kartı tutuyor. Kart yalnızca ön bilgileri taşıyor. Kart, yalnızca bir ana yazılım içeriyor. Hector’un Johnette’ye ve diğer androidlere öğrettiği yazılım. Johnette, Hector görünümlü androidin yazılımında ek bilgiler olduğunu düşünüyor. Johnette’ye silahını doğrultmasının sebebi bu. Ona ateş edecekti, çünkü o, kodlarında ölümle tanımlı bir androiddi.

“Bizleri bir hata olarak görüyorlar. Bilim, bizden daha ölümcül ama daha büyük olduğu için görünen karede varlığı fark edilmiyor.”

Sessizlik…

Gri bulutların arkasında, solgun, cansız, evine giden bir güneş. Terk edilmiş fabrikalardan birinde geceyi geçirecekler. Sonrasını ikisi de bilmiyor.

Şimdi binanın içindeler, pencereler yok, duvarların sıvaları dökülmüş ama çatısı sağlam. Bir şilte bile buluyorlar. Burada daha önce birileri kalmış gözüküyor.

Şiltenin üzerinde, sırtları duvara dayalı oturuyorlar. Dışarıda hala biraz ışık var. Jonas’ın aklına, Johnette’nin nezarethanedeki görüntüsü geliyor. Onu ilk gördüğü an; ve işte şimdi buradalar! Jonas, bu kez yanında oturuyor.

Olan biteni artık konuşmyorlar. Olan bitenin hesabı bugünlük kapanıyor. Jonas, Johnette’ye sorular soruyor. “En çok neyi görmek istersin?”, “Müzik dinler misin?”, İlk kez dışarıya çıktığında neler hissettin?” Johnette Jonas’a soruyor; “Çocuk olmanın farkı neydi?”, “Neden polis oldun?”, “Sen nereyi görmek istersin?”

Sorular, soruları açıyor. Cevaplar, görünmeyen çocuklar tarafından not deftelerine kaydediliyor. Sanki ilan edilmemiş bir ilişkinin ilk buluşması bu. Sanki dünyanın sonunda, son gecesinde aydınlanan zayıf bir ışık…

Şimdi Jonas ve Johnette yan yana uyuyorlar. Johnette, kokusuz, soğuk.

“Çok soğuk” diyor Jonas. Johnette bedenini ısıtıyor.

Orada, ertesi güne dair bütün sorular, karanlığın koynunda kaybolurken, Jonas, rüyasında dünyada yaşamın sona erdiği uzun gecenin ardından doğan ilk ışıkları izliyor; Johnette rüyanın içine dahil; Johnette gözlerini kapadığında o rüyada şimdi; o çelik, soğuk odada tek başına değil…

                                                                                                                                                        Erdem Şimşek /      15 Ocak 2016

Habersiz kalmayın
Bütenimize abone olun

Kahveli Okur sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin