İstanbul Kitap Fuarı’nda okurlarla buluşan Ercan Kesal, “Bir şeyi yapabilme yeteneğine sahipsem o yeteneğin bana bir imtiyaz gibi yapışmasını istemiyorum” dedi
Yazar, Oyuncu ve Yönetmen Ercan Kesal, 38. Uluslararası Kitap Fuarı’nın son gününde okurlarla buluştu. Bu yıl İletişim Yayınları’ndan çıkan Velhasıl isimli kitap vesilesiyle gerçekleştirilen “Velhasıl… Edebiyat, Sinema ve Hayata Dair” başlıklı söyleşiye okurlar tarafından yoğun ilgi gösterildi. Velhasıl, Ercan Kesal’ın BirGün Pazar, Notos, Bavul gibi yayınlarda yazdığı yazılarla birlikte,bazı konferans ve söyleşiler için hazırladığı yazılar ve yazarlık serüveninin daha erken dönemindeki yazıları da içeriyor.
Yazarlığının ilk dönemleri de kitaba dahil
Velhasıl ile birlikte hemen her yıl bir kitap geleneğini sürdürdüğünü belirten Kesal, “Velhasıl biraz, bu yılın son aylarındaki ruhuna uygun bir şekilde bakiye bir kitap oldu. Peri Gazozu ve Cin Aynasına benzer hikayeler yazdım. Birbirine akraba bir üslup vardı” dedi. Başka kitap ve film projelerin ve Çukur dizisinin araya girmesiyle Peri Gazozu ve Cin Aynası’nda yer alan tarzdaki yazılardan biraz uzaklaştığını anlatan Kesal, yine de ara ara bu tür hikayeler yazmaya devam ettiğini söyledi. 1980’li yıllardan beri yazı yazdığını hatırlatan Kesal, “40 yıl önce de yazıyormuşum. Okuduğum zaman bugünkü yazıların biraz habercisi gibi bir üslup görüyordum. Dönemin 90’lı yıllarda çok bilinen Şizofrengi, Nartesk Kültür Dergisi gibi dergilerinde yazılarım vardı . Onları da koydum. Bunu yaparken, aklımdaki şuydu: Okur benim yazı serüvenimi izlesin, kıyaslasın istedim. Her yazının altına, o yazının yazılma sebebi, bendeki karşılığı, o yılların entelektüel iklimi gibi notlar ekledim. Ortaya Velhasıl çıktı. Yazmaya devam edeceğim, çünkü beni en çok ivmelendiren şey edebiyat. Bir röportajda söylemiştim: Sinemanın atına bindim ama kırbacım edebiyat. Her seferinde bana yardım eden şey edebiyat. Ortaya çıkan metinler her koşulda sinemada bana yardım işime yarıyor” diye konuştu.
Bitmeyen bir cevap arayışı
Yazıyla ilişkisini dünyaya gelişimizle birlikte başlayan ve hiç bitmeyen bir cevap arayışı içerisinde önemli bir yere oturtan Kesal,”Hepimiz analarımız tarafından dünyaya getiliyoruz, yeryüzünün ortasına atılıyoruz ama ondan sonra sanki bize bir iş düşüyor. O da kendimizi doğurmak. Bir çaba. Kişinin kendini inşa etmesi. Bu dünyadaki varlık nedemizin adını koyabilmek tam da buradan geçiyor” sözleriyle konuşmasında tüm bu anlam arayışına dair bir bölüme geçti. “Bu bize ne sağlıyor? Niye böyle bir çabaya girelim?” sorularını ortaya seren Kesal, kendi çıkardığı sonucu ise şöyle anlattı: “Bu dünyaya niye geldiğimizi bilmediğimiz bir varoluşumuz var. Bütün bunlar başımıza niye geliyor, biz niye böyle değil de böyle davranıyoruz. Niye içimizde derin bir üzüntü, bir keder ya da bazen zaptedilmez bir coşku var? Niye bazan yalan söylüyoruz? Bu sorular çoğaltılabilir. En sonunda bütün bunlar, cevap arayışımızdan başka bir şey değil. Bitmeyeceğini bildiğim tuhaf bir yolculuk sanki. Çünkü anlamsız olduğu belli bir yeryüzü var. Ona bir çare arıyoruz. Bir anlam arayışı çindeyiz. Bu yüzden kendimizi doğurmakla mükellefimiz. Bu her zaman çok da bilinçli gerçekleşmeyebiliyor.”
Sofrayı dağıtmadan sonrakilere bırakmak
Anlattıkları ve kendi hikayesi arasındaki köprüyü de Kesal şu sözlerle aktardı: “Benim hikayem üç aşağı beş yukarı böyle. Avanos diye İç Anadolu’nun bir bozkır kasabasında doğuyorsunuz. Dört erkek çocuğun en küçük çocuğusunuz. Çok da cennet gibi hatırlanmayacak bir çocukluğunuz var. Sonra kitaplarla tanışıyorsunuz. Sonra birileriyle arkadaş olup onların dostluklarını taşımaya başlıyorsunuz. Sonra dünyaya dair bir şeyler fark ediyorsunuz. Onlara dair kendinizce bazı çözümler üretiyorusunuz. Bazı aidiyetlerin peşinde koşuyorsunuz. Kimlikler edinmeye çalışıyorsunuz, kimliklerden vazgeçiyorsunuz. Ama eninde sonunda yapmaya çalıştığınız şey, kendinize olan saygı. Bu dünyayı iyiki yaşamışım ve hakkıyla yaşamışım diyebilmek. Sizden öncekilerin size bıraktığı yeryüzü parçasında, o büyük sofrada sofrayı dağıtmadan edebinizle oturup nasibinize düşeni almak. Sizden sonrakilere de hala yaşanabilir bir dünya yani oturulabilir bir sofrayı bırakıp gitmek. Bütün bunlar olurken en çok sığındığınız yer de sanat. Alınır satılır bir şey olmasından öte saf bir sanattan saf edebiyattan, saf bir sinemadan bahsediyorum.”

‘Çünkü ruh arkadaşları arıyoruz’
Kendisine tüm bunları ilk fark ettirenin kitaplar ve edebiyat olduğunu söyleyen Kesal, kitapların hayatındaki yerini “Bu tuhaf yolculuğa başlatan, tetikleyen ve hala sürdüren, içine düştüğüm bir cennet. Başka bir gerçekliğin de olabileceğine dair içimde kabaran bir coşku. Kitapların, sinemanın, müziğin, resmin, dünyası. Yeniden icat etmek. Gerçekliği bozmak ve bozduğumuz şeyden yeni bir gerçeklik inşa etmek” sözleriyle anlattı. Kesal bu arayışı salondaki konuşmaya da bağlayarak şunları söyledi: “Ruh arkadaşları arıyorsunuz çünkü. Bütün bunlar başınıza gelirken, birlikte kurtulmayı ümit ediyorsunuz. Birlikte olduğunuzu hissetmek istiyorsunuz. Bütün bu buluşmalar da başka bir şey değil. Yoksa popüler kültürün önümüze serdiği ün, şan, söhret, kariyer, para bütün bunlar doymak bilmeyen ego için uydurulmuş çöp kavramlardan başka bir şey değil. Bana sen de popüler bir dizide oynamıyor musun diyebilirsiniz. Evet hepimiz kapitalizmle bu dünyanın ilişkileri içerisinde dönüp duruyoruz. Fakat bu hasassiyete sahip olmak, en azından bunun farkında olmak. Bunun içinde ve buna dair, buna rağmen arayışı dürdürmek, alternatifi aramak, yeterince haysiyetli olduğumuzun da işaretidir diye düşünüyorum.”
Bir arzuhalci gibi
Hekimliğin bir tarafıyla ciddi anlamda hastayı dinleme sanatı olduğunu belirten Kesal, “Hasta sizden şifa arıyorsa, onu iyi dinlediğinize inanması lazım. Bana bitmeyen binlerce hikaye bağışladılar. Peri Gazozu’ndaki, Cin Aynası’ndaki, Velhasıldaki birçok hikayenin sahibi benim hastalarımdır. Bana sakınmadan anlattıkları hikayelerdir” dedi. Dinlediklerini yazarken bir arzuhalci gibi de davrandığını fark ettiğini anlatan Kesal, edebiyatın iktidarına yakalanmamaya çalıştığını, eğer okurlar böyle bir şey fark ederse kendisine iletebileceklerini söyledi. Kesal, edebiyatın iktidarını reddederek, okurla arasındaki mesafeyi kaldırdığını belirterek,”Bunu yapınca da kelimelerle olan ilişkim değişti. Onları süsleyip püsleyip takla attıracak bir üslup yerine, okur benimle birlikte yazdıklarımı seyretsin istedim. Bak ben bir şey fark ettim, onu birlikte seyredelim dercesine yazdığımı fark ettim. Böylece hayatım boyunca süreceğine inandığım bütünüyle kuşkuda olmak, emin olmamak meselesini yazıda da sürdürdüm. En çok kullandığım kelimelerin bazıları galiba, sanki, belkidir. Bu, iyi bir şey. Hem sizi terbiye eder, yerinizi konumunuzu fark etmenizi sağlar hem de muhatabanızla aranızdaki mesafeyi kaldırır.
Nasipse Adayız 2020’de vizyonda
Sinemada da aynı yolculuğu sürdürmeye çalıştığını aktaran Kesal, daha önce kısa roman olarak yayınlanan Nasipse Adayız da yönetmenlik koltuğunda olduğunu hatırlatarak filmin 2020’de vizyona gireceğini söyledi. Kesal, “Yaptığım ettiğim her şey, eninde sonunda bir şeye hizmet etsin istiyorum. Beni kendisine saygı duyan bir adam olma halini sürdürsün istiyorum. Samimiyetimden uzaklaşmak istemiyorum. Okurla ya da seyirciyle aramda bir mesafe kalmasın istiyorum. Aslında yaptığım her şeyin iyi bir ayakkabı tamircisinden bir farkı olmadığını biliyorum. O niyetle, o inançla yapıyorum. Bir şeyi yapabilme yeteneğine sahipsem o yeteneğin bana bir imtiyaz gibi yapışmasını istemiyorum. Onun bir sorumluluk gibi omzumda yük olmasını istiyorum.” diye konuştu.
‘Yılmaz Güney kendini yaratadan adamdı’
Söyleşinin soru cevap bölümünde Yılmaz Güney ve geçmişten bugüne Türk Sineması üzerine gelen bir soruda Yılmaz Güney’i şu sözlerle anlattı: “Yılmaz çok özel, kendine ait bir damar. Konuşmamızın başına da ne kadar uygun bir örnek. Yılmaz Güney, kendini yaratan adam. 200 tane avantür, vurdulu kırdılı filmler yap. Snra Hudutların Kanunu, Umut, Sürü gibi filmlerin yaratıcısı ol. Kendi hikayesini biraz bahtsız bir şekilde tamamlamış. Edebiyattaki Nazım Hikmet gibi. Nazım’ı kolay kolay bir yere, bir akıma, kategoriye koyamazsınız. Yılmaz Güney de sinemanın Nazım’ı gibi bir adam. Keşke Türkiye’de daha uzun yaşayıp filmler yapabilseydi. Müsaade etmediler. Yılmaz’ın en büyük özelliklerinden birisi de, Yılmaz’ın edebiyatçı olmasıydı. Gücünü senaryolardan, öykülerinden alan biriydi. Yol’u, Sürü’yü Yılmaz çekmedi ama yazdı. Edebiyatın, kelimelerin verdiği güçtür onu farklı kılan. Çok iyi bir oyuncu, çok iyi bir yönetmendi.”
Yeniden kendi hikayelerimize bakmalıyız
Kesal, yine soru cevap bölümünde Türk Sineması’nın yeniden yükselmesi için ne gerekir şeklindeki bir soruya “Bu toprakların ruhunda, hazıfasında ne varsa, hikaye olarak dönüp o konulara bakmamız gerektiği inancındayım. Söyleyecek, edecek, yazacak, çekecek o kadar çok hikayemiz var ki, buradaki kısırlığı anlamıyorum. Bir yerde bir şey görüp onun ne olduğunu fark etmiyoruz gibi hissediyorum diye cevap verirken, Romanya, Yunanistan, İran ve Gürcistan sinemalarının hem cesur örnekler içerdiğini hem de kendi topraklarındaki hikayelere ve kendi ruhlarına dönmelerinin meyvesini topladıklarını söyledi.

Ercan Kesal
İletişim Yayınları, 2019
179 Sayfa