Yeni albümü Infinite Games ile bir kez daha kalitesini ortaya koyan The Black Queen, gereksiz eklentilerden arınmış, saf, nostaljik olduğu kadar zamansız bir müzik deneyimi sunuyor
Bir kez çok sevdiğim ve bu yüzden hep seveceğim şeyler listesinde iki albümü ile yerini aldı The Black Queen. Üç kişiden oluşan ve 2015 yılında kurulan Amerikalı grubun 2016’daki ilk albümü Fever Daydream, o senenin en iyi albümlerinden birisiydi. Eylül ayında yayınlanan Infinite Games ise belki müzikal açıdan ilk albümün biraz gerisinde ama yine de dinleyeni bağlayan bir yapıya sahip. Infinite Games’e gelmeden biraz grubun elemanlarından bahsedelim.
Puciato ve planları
Öncelikle bu grubun bir Greg Puciato projesi olduğunu söyleyebiliriz. The Dillinger Escape Plan’in solisti olarak tanıdığımız Greg Puciato’nun sesi için tam bir Mike Patton (Faith No More) ve Trent Reznor (Nine Inch Nails) karışımı diyebiliriz. Bu benzetmeleri birçok videousnun altındaki yorumlarda da görebilirsiniz. The Dillinger Escape Plan ile The Black Queen arasında müzikal olarak tek ortak noktanın da Greg Puciato’nun vokali olduğunu görüyoruz. Zira eğer bir The Dillinger Escape Plan fanıysanız The Black Queen’i sevmeme ihtimaliniz sevme ihtimalinizden fazla. Biri sert biri yumuşak iki grup! Üstelik yalnızca müzikal farktan da bahsedemeyiz. Temelde bir ruh hali farkı bu. Puciato, yakın zamanda verdiği bir röportajda The Dillinger Escape Plan’ın şarkı sözlerinin çoğunlukla yakınlaşma sorunu (intimacy disorder) ile ilgili olduğunu The Black Queen’de ise hayatı, anı, paylaşımları daha olumlayan işler yaptıklarını anlatıyor. Şu sıralar The Dillinger Escape Plan rafa kalkmış bir proje durumunda. Puciato önümüzdeki süreçten The Black Queen ve Killer Be Killed (karma bir metal grubu) projelerine ağırlık vermek istiyor. 2019’da bir Killer be Killed albümü gelecek gibi gözüküyor.
Eustis ve Alexander
Grubun bir diğer elemanı Joshua Eustis, daha önce Nine Inch Nails ve Puscifer ile çalışmış bir müzisyen ancak tamamlayıcı değil ana öğe olduğu ilk grup Telefon Tel Aviv. Charles Cooper ile Joshua Eustis’ten oluşan iki kişilik elektronik müzik grubu Telefon Tel Aviv, oldukça güzel işler de çıkarmış.Joshua Eustis’in Nine Inch Nails bünyesinde olduğu dönem ise 2013 tarihli Hesitation Marks dönemi. Oldukça temiz bir konser kaydı olan şu videoda Eustis’i Nine Inch Nails bünyesinde izleyebilirsiniz. 6:25’te başlayan Dissapointed’ın son bölümüne dikkat! Grubun diğer elemanı Steven Alexander da daha önce The Dillinger Escape Plan, Nine Inch Nails ve Kesha ile çalışmış. Kendisi hakkında pek bilgim yok açıkçası.
The Black Queen’in hammaddeleri
Dönelim The Black Queen’e. The Black Queen hem 80’leri hem 90’ları çağrıştıran tınılara sahip bir grup. Synthpop denebilir, Synthwawe, Dream Pop da denebilir, Industrial’in kıyılarına yaklaştığı yerler de var ama çok değil. Biraz Depeche Mode gibi, biraz ama daha az yine Nine Inch Nails gibi ama ikisi de değil. Yüzü de hisleri de geçmişe dönük bir elektronik müzik grubu diyelim. Basit olanı seven, bundan gocunmayan bir yapısı var diyelim. Gereksiz eklemelerin olmadığı, hem tenik hem duygusal olarak saf, basit; nostaljik ama aynı zamanda zamansız…
Fever Daydream. Sonuca giden bir ilk albüm
İlk albüm Fever Daydream, tü bu bileşenleri veren, tam kararında bir ilk albüm. Hem kendi tonunu yakalamış bir bütünlüğe sahip hem de albümü duyurabileceği, hit olma potansiyeli yüksek şarkılara. Ki bu şarkılardan ilki Ice to Never, şu ana kadar grubun en başarılı işi diyebileceğimiz bir parça. Tıpkı grubun müziği gibi nostaljik öğelere ve renklere sahip bir de klibi var. Bir diğer sıkı şarkı Secret Scream ise Nine Inch Nails’in Pretty Hate Machine’ini hatırlatan ve bir solukta dinlenebilen bir şarkı. That Death Cannot Touch ise herhangi bir Depeche Mode albümünde araya kaynayabilecek kadar Depeche Mode’vari bir iş. Benim albümde çok sevdiğim bir şarkı da Taman Shud. Eğer ilk kez The Black Queen dinleyecekseniz öncelikle Fever Daydream’i dinlemenizi tavsiye ederim. Infinite Games, birinci perdesi izlenmeden ikinci perdede algılanamayacak bir iş. Fever Daydream ise dinleyiciye daha direkt etki eden bir albüm.
Infinite Games: Dinledikçe, dinledikçe, dinledikçe güzelleşen
Artık yeni albüm Infinite Games’e de bir parantez açalım. Açıkçası ilk dinlediğimde tam tatmin olmamıştım. Evet sevmiştim ama bir şeyler eksik gelmişti. Çok açık ki albümün bir hit parça eksikliği var. Yine de Fever Daydream’in gerisinde ya da ilerisinde değil. Sadece daha farklı bir albüm. Sanki ilk albümün ardından suları biraz daha dindirmişler, daha derinden, alttan yüzmeye karar vermişler. Tabii sözlere bakarsak daha duygusal bir döenmin de ürünü Infinite Games. Duygusal derken, evet aşka dair bolca söz var ama yine de olgun, yine de kendisiyle daha barışık. Yani arabesk moda geçilmemiş. Sanki sadece yaş olarak daha genç bir albüm. İlk albümde bir ağabeyi tanımışız da şimdi daha kendi halinde olan kardeşini tanıyoruz sanki. Albümden ilk yayınlanan parçalar Thrown into the Dark ve Your Move oldu. Thrown into the Dark giriş, gelişmesi tatlı ama nakaratları çok dinleyince sıkabilen bir şarkı. Your Move ise derin değil fazla derin sulara ait. Tuhaf olan şu ki çok dinlenebilecek şarkılar yerine çabuk tükenebileceklerle giriş yapmışlar. Halbüki Lies About You, No Accusations, Spatial Boundaries, 100 to Zero, One Edge of Two defalarca dinlenebilecek ve albümün büyülü yanı olarak dinledikçe güzelleşebilecek şarkılar. Puciato’nun kaymak gibi vokalinden etkilenmemek mümkün değil. Infinite Games’e biraz süre tanıdıktan sonra artık içimde aldığı yerini terk etmeyecek bir albüme dönüştü. The Black Queen de öyle. Başta söylediğim gibi muhtemelen bundan sonra da hep seveceğim bir grup oldu The Black Queen. Yüzü geçmişe dönük, sade ve su gibi bir müzik, harika geçişlere sahip bir vokal! Puciato bu projeye başlamasaymış, sesinin rengini bu elektronik arka planla dinlemeseymişiz çok yazık olurmuş.
Zamansızlık
Sözü bir sahneyle kapatalım. Birkaç gün önce Sarıyer’de arkadaşımla geziyordum. Arkadaşım fotoğraf makinesiyle oyalanırken ben de kapüşonumu geçirip kulaklığımı taktım ve Infinite Games’den Spatial Boundaries’i açtım. Oturdum sokak lambasının yansıttığı kafası hafif sallanan siluetimi ve akşam denizini seyrettim. Temel, basit, hepimizin seveceği bir görüntü ve fonda geçmişin gölgelerini taşıyan bir müzik. Zaman ve mekan hissini müzikle yok ettiğim bir an yakaladım. Bir silüet her zaman aynıdır, deniz de hiç değişmez. The Black Queen, bu müziği 80’lerde yapmış olabilirdi, 90’larda da veya günümüzde de. Oradaki silüet 15 yaşındaki Erdem’e de ait olabilirdi, 35 yaşındaki Erdem’e de ya da bugün yaşayan 15 yaşında başka bir gence de. Bir gölgenin yüzünüzü, yaşınızı yok ettiği yerde müziğin akışında kaybolabilirseniz, 15, 35 ve daha yaşamadığınız 55 yaşınızı da o ana sığdırabilirsiniz. Bu gayet basit gözüken bir şarkı, taşıdığı saf, nostaljik ve zamansız maddelerle içerideki yegane kişiyle bir silüette eşleşmenizi sağlayabilir. Müzik, içinizde dolaşırken, gölge kafasını sallar ve zaman, bir anın içinde usulca kaybolur…
* Photo Credit: Jen Whitaker