Jaime Jacob İllüstrasyon
Illsutration by Jaime Jacob

Savunma mekanizmaları ve barikatın altında kalan çocuk

Hayatta kalabilmek için kendi olmayı feda eden küçük çocuğun kafasındaki birçok sesin içinde, kendi sesini duyamayışının trajedisidir yaşadığımız.

Bir çoğumuz çocukluğumuza ait acı verici anıları hatırlamaya meyilliyizdir. Yaşadığımız mutlu, bizi rahatlatan anıları hatırlamayız. Oyunlardan aldığımız keyfi, ailemiz tarafından ilgi gördüğümüz, uyutulup, beslendiğimiz zamanlar, sanki yaşanmamış gibidir. Genellikle istediğimiz olmadığı, yeterince sevgi alamadığımız ve travmatik acı verici anıları hatırlarız. Bu olumsuz anıları hatırlasak da onlarla temas etmeye cesaret edemediğimizden acımızı dindiremeyiz.

Çocukken, güvenliğimizin tehlikede olduğu veya bedenlerimizin savunmaya geçerek tepki gösterdiği deneyimlerle başa çıkabilmek için bilinçaltı savunmaları geliştiririz. Bu savunma mekanizmaları sayesinde benliğimizde zor durumlar ile başa çıkabileceğimiz hayatta kalma modları oluştururuz. Fakat ruhumuzdaki bu bölünmeler, dikkatimizi bizi rahatlatan şeyler yerine zor ve rahatsız edici olaylara yönlendirir. Acı hissetmemek için bilincimize ve git gide benliğimize ördüğümüz bu mekanizmalar sayesinde ‘hayatta kalmayı’ başarmış yetişkinler oluruz. Çoğunlukla işe yarayan ilkel mekanizmalarımız sayesinde yaşamda yol alabiliriz.

Kariyerimize, bir dine veya örgüte, geliştirdiğimiz sanatsal yeteneklere, çocuğumuza, ilişkilerimize sımsıkı tutunmamıza neden olurlar. Bu ilişkilerle oluşturduğumuz kimlikleri sahiplenir, onların olmadığı durumlarda derin üzüntü ve keder yaşarız.  Başımıza gelen üzücü olaylar karşısında ise geçmişin acı tablosu yeniden önümüzde beririr. Geçmişin gölgesi sırtımızdayken dışarıdan kolaylıkla çözeceğimizi öngördüğümüz olaylarla dahi başa çıkmakta zorlanırız. Bakmaktan sakındığın geçmişin acısı, bizi üzen her yeni olayda katlanarak bir çığ gibi büyür.

Bu yüzden çoğumuza göre yaşam acı vericidir. Hissetmemek için, günün her saatini yaşamımızın her köşesini doldurmaya gayret ederiz. Sürekli görüşülen arkadaşlar, düzenli yapmaya çalıştığımız sporlar, diziler, şanslılarsa çocuklarımızla geçirdiğimiz zamanlar… Günler kendimiz ile olan randevumuzun yerini dolduran türlü şeylerle bizi aynaya bakmaktan alıkoyar. Hatta bu kaçış bazen hayatı alaycı bir tavırla yaşamaya ya da, hissiz bir varoluşa esir eder ruhlarımızı.

Fakat acı veren anılara bakmamak için ördüğümüz savunma barikatımızın altında çocukluğumuzun en kıymetli şeyini bıraktığımızın farkına varamayız: çocuksu neşe, karşılıksız sevgi, an’dan keyif alabilme kapasitemizi, yani çocukluğa dair tüm güzel duyguları. Yaşam boyu bu duyguları yeniden hissedebilmek için birçok şey yaparken, aynı yaşamda geçmişimizin acılarıyla temas etmemek için yeni duvarlar örmeyi araştırırız. Hayatta kalabilmek için kendi olmayı feda eden küçük çocuğun kafasındaki birçok sesin içinde, kendi sesini duyamayışının trajedisidir yaşadığımız. ‘Kendimiz’ olarak ailemiz tarafından kabul görüp, sevilemediğimizi hissettiğimiz çocukluğumuzdan, şanslıysak kendimizi bulabilmeye adadığımız hayatlara evrilir yolculuğumuz.

İlkel kabileden aileye; ‘ben’in mücadelesi

Peki ruhumuzu kemirip duran bu katastrofik döngü içinde yaşamak, modern dünyanın bir hastalığı mıdır? Savunmasız bir bebekken bakıma ve ilgiye muhtaç haldeyizdir. Bu nedenle bize bakım veren kişiler tarafından sevilip güvende hissetmemiz, onlarla bağ kurabilmemiz, yaşamda kalmak için hayati öneme sahipti. Aynı şekilde ilkel toplumlarda güvenlik duygumuzu tehdit eden kabilemiz tarafından dışlanmak da bugün çekirdek ailemizle olan simbiyotik bağlanma şeklimize çok benzer. Bu çağda, ailelerimiz simbiyotik olarak bağlı olduğumuz ilkel kabilemizin yerini almıştır. Tıpkı kabilenin kocaman bir aile olması gibi. Beynimiz de çoğunlukla bu ilkel kodlarla yaşamı şekillendirir. Sistemde çoğunluğu oluşturmanın ve iktidara sorgusuz şekilde tabii olmanın altında yatan sebep de ilkel beynimizin başka şekilde hayatta kalamayacağı yanılgısıdır. Bu yanılgı, kendi gücümüzü sürekli reddetmemizi sağlarken, iktidarın da en büyük güç kaynağını oluşturur.

Tarih boyu, sağlıklı bir otonomiye sahip olmak, kendini özgürce ifade edebilmek, benliklerimizin en büyük mücadelesi olagelmiştir.

Doğa ananın büyümeyen çocuğu

İnsanın doğa ile kurduğu ilişki de saldırgan, güvensiz bir çocuktan farklı değildir. Ebeveynleri ile güvenli bağlanamayan biri yaşam ile bağ kurmakta zorlanır.  Çoğu zaman onun için kendinden vazgeçmek çok kolaydır, çünkü ortada bir ‘kendi’ yoktur. Doğaya, evimize, aslında kendimize verdiğimiz bu zararın altında yatan da kendi olmaya izni olmayan içimizdeki, çocuk parçadır. Kendi olamayan ve görülemediği için ızdırap içinde olan bu çocuk, doğa için de en büyük tehdittir artık. Ördüğümüz barikatın altında ezilen çocuk, masumiyetini kaybederek içeriyi ve dışarıyı karanlığına mahkum bırakacaktır.

Sistemin ve daha sonra bizim yok saydığımız çocuk parçamızın gözlerine bakmadan, öfkemizin asla dinmeyeceğini anlamamız gerekiyor. Yaşamdan keyif alabilmemiz ve birbirimizi sevebilmemiz ancak onunla temas etmemiz ile mümkün olabilir. Kendine bakabilme hali o kadar büyük bir iştir ki, insanoğlunun tarih boyu birbirine ve doğaya verdiği büyük zararın hesaplaşmasının da anahtarıdır.

İnsanlığın masumiyetini yeniden kazanması ancak yarattığı ve maruz kaldığı acıya temas etmesi, dolayısıyla yaşamın sorumluluğunu alabilmesiyle mümkün olabilir. Kendimize bakarken birbirimizi gördüğümüz o varoluş haline gelebilmemiz için, içimizdeki acıların yasını tutmayı öğrenmeli ve bu kollektif yası hep birlikte sahiplenmeliyiz. İçimizde acı çeken çocuğu bir yetişkin haline getirmedikçe doğa ananın çocuğu insanın asla büyüyemeyeceğini fark etmeliyiz.

* Kapak Görseli / Cover Illustration by: Jaime Jacob

Habersiz kalmayın
Bütenimize abone olun