Oyunculuk eğitimi disiplin ve çatışma ile özgürlük ve törpülenme ile insanın bazen ağırlıkları bazen hafiflikleri hissettiği bir yoldur. Yolun sonu hiçbir şey ve her şey olunabilecek bir yere varır.
“Nietzsche’nin Ebedi Dönüş mitosu bir daha geri dönmemecesine kaybolup giden, yinelenmeyecek olan yaşamın bir gölgeye benzediğini, ağırlıktan yoksun, daha baştan ölü olduğunu ve ister korkunç, ister güzel, ister yüce, korkunçluğunun, yüceliğinin ve güzelliğinin hiçbir anlam taşımadığını önerir.”
Ebedi dönüş düşüncesi bir olayın aynı koşullarla ilk yaşandığı gibi tekrar tekrar sonsuza kadar yinelenmesi fikrinden oluşur. On dördüncü yüzyılda iki Afrika kabilesi arasında geçen korkunç savaşta ölen yüz binlerce siyahi, dünyanın şu anki merkezinde hiçbir önem teşkil etmemecesine durumunu korumaktadır. Peki bu durum tersi olsaydı Ebedi Dönüş’e göre tekrarlanıp dursaydı bir değişiklik arz edecek miydi? Elbette bir ağırlığı olacaktı ve şu an insanoğlunun yüzleşmek zorunda kaldığı bir somut veri olacaktı.
Peki Fransız İhtilali sürekli tekrarlanan bir hale bürünseydi, tarih derslerinde sıkça bahsedilen özgürlük ve milliyetçilik akımının kazanımları mı anlatılmaya devam edilecekti yoksa bu anlatım yerini kanlı giyotinle alınan binlerce canların sarsıntısına mı bırakacaktı?
Bu düşünce fikri bize hayatımıza olduğundan farklı bir bakış kazandırır. “Doğasındaki geçiciliğin getirdiği hafifletici koşul olmaksızın belirir eşya.” Bu hafifletici koşul bir yargıya varmaktan alıkoyar bizi. Geçip gitmekte olan bir şey için nasıl bir kesin kanıya varabiliriz?
Sonsuza kadar tekrar etmek yüklerin en ağırını, somutunu oluşturur. Böyle bir duruma maruz kalmayan yaşamlarımız inanılmaz derecede hafiftir.
Yoğun duyulan aşklar, karşılaşılan zorluklar, ağır bir hayatın yükü bize hayatın gerçekten yaşandığını hissettirir. Yük ne kadar çoksa yaşamlarımız o denli içtenliğe bürünür. Bir yükten sonsuza kadar uzakta kalmak da hayatımızı hafifleştirir. İnsan önemsizleştirdiği eylemler kadar özgürlüğe kavuşur.
“Hangisini seçmeli o halde? Ağırlığı mı, hafifliği mi?”
Milan Kundera / Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, 1984
Kağıttan uçaklar
Kısa vadede sorunlara boğulan umutsuzluk hali yaşantıyı ağırlaştıran bir konuma, uzun vadede geleceğe dair umut barındırma hali de yaşantıyı hafifleten bir konuma getiriyor. İşte bu iki hal temelinde insan doğasına özgü, içinde barındırdığı bütün ikililik durumları doğuyor.
Benim de şu anki meyus durumumun aksine uzun vadede geleceğe dair umut barındırma hallerimin yoğun olduğu yıllar okulumun öncesine dayanıyor. Zannımca insan yöneldiği ya da yöneltildiği bir üretim alanında ilkin serin bir hafiflik veren hedefler çatışında kuvvet kazanıyor. O havanın boşluğunda hayaller kurmanın peşine düşüyor. Bu serin hafiflikte hissettiğimize en iyi örnek hocamın -Melih Korukçu- kağıttan basitçe yapıp uçurduğumuz uçaklar örneği verebilir. Evet ben de on altı yaşında Beyoğlu’nda koşuşturmaya başladım. Kurslarla, eğitimlerle yirmili yaşlarıma yaklaştıkça ufak ufak oyunlarda oynuyordum yani uçak uçuruyordum. Gerçekten de çok kuvvetli, sağlamdım. Her şeyi yıkabilme, eritebilme, uçurabilme gücünü damarlarımda hissediyordum. Güzel sanatlar fakültesini kazandıktan sonra bu kuvvet yavaş yavaş sarsılmaya yahut da az gelmeye başlamıştı. Okul kazanmak için jüriler karşısında koşturan arkadaşlarımın da yaşadıkları travmalar beni çok etkilemiştir. Kendi sınavlarımdan hariç hiçbir jüri sınavı zamanı etraflarda olmadım. Yıllarca -abartmıyorum- ama yıllar boyunca okul kapılarına şehirler arası otobüs koltuklarından yetişen arkadaşlarımın hikayelerini dinledim. Neyse ki şanslı olduğum için bu bende uzun sürmedi. O süreçlerden bahsetmeyeceğim.
Disiplin ve çatışma
Oyunculuk hayallerinin peşinden okula giren birçok arkadaşım bir yerlerde oynamış, birkaç kez de olsa seyirci karşısına muhakkak çıkmıştı. İşte bu tecrübeyi yaşayanlar, gelen tepkiler ve bir şeyi yapmanın ilk seferlerinin verdiği tatminle birçok şeyi becerdiğini belli bir aşama kazandıkları düşüncesine sürükleniyorlar. Bu haklı da olabilir belki ilk zamanlar avantajlı da geçebilir. Fakat okul yaşantısının başlamasıyla belirlenen bir disiplinin belirlenen bir müfredatla aktarılması başlandığında derinlerde bir çatışma başlıyor. Senin ne yapmanla ilgili verilen direktif ve düzeltmeler senin bir zamanlar becerdim diye addettiğin şeylere saldırmaya başlıyor. Bunu kabullenmek, kaldırabilmek, devam edebilmek -yetenek sınavlarında jürinin adaylarda neredeyse hiçbir eğitime maruz kalmayana öncelik verme arzusunun sebeplerinden biri de bu- zor bir süreç. Ben bu durumun farkındaydım, biliyordum. Nasıl olmam gerektiğini biliyordum. Bulunduğum tiyatrodaki rol aldığım oyunlar, enerji, isteğim, şevkim üst raddedeydi. Okul başlayınca uçurduğum kağıttan uçaklar bir anda gerçek bir airbus kokpitine dönüştü. Her yerde düğmelerle, tuşlarla, ışıklarla, kollarla, ekranlarla karşı karşıya kalmıştım. Kaçacak yerim yoktu. Bir yandan da uçurmak zorundaydım vazgeçemezdim.
Törpülenme ve özgürlük
Bu uygulanılacak disiplinle, törpülenen benliğim ve fiziğim özgürlüğünü kaybetti -hala böyle düşündüğüm zamanlar olmuyor değil- fakat bir disiplin içerisinde özgürleşmem gerektiğini keşfetmem gerekiyordu. Bu bir yandan da bize dayatılan önce doğrusunu öğren sonra onu bozabilirsin mottosunun bir yan etkisiydi. Bu öngörebildiğim şey yaşantıma aktarıp kabul etmem bir yılımdan fazlasına mal oldu. “Ben okuldan önce yapabiliyorum.” “Ben okuldan önce iyiydim. Okuldan önce yapabiliyordum.” gibi cümleleri kullanmamaya çalıştım. Bunun doğruluğunu bir şekilde kendimce adapte ederek aşmıştım. Okuldan bu tarz cümleleri kurarak mezun olan çok arkadaşım var maalesef. Artık bir yol bulmuştum. Hızlanmıştım yeniden kuvvet kazanıyordum. Okul yıllarımın heyecanımı törpüleyen gidişatını tersine çevirmem gerekliydi. Törpülenmenin dönüştürücü bir şey olduğunu anladığımda kendimi okulda var edebilmeyi becermiştim. Karşıma gelen ağırlıkla mücadele ederek bir şekilde hafifliğe erişmiştim.
Artık okulun gediklisiydim. Hakkını veriyordum. Bu stabil hal ilerlemenin isteğiyle başka bir ağırlıkla yüzleşmeme sebebiyet verdi. Okulun eğitim potansiyeli ve imkanı… Ben ülkemiz standartlarında iyi, önemli eğitimcilerden bir eğitim aldığımı düşünüyorum. İnsanın içine daha iyisini keşfetme güdüsü girince daha da iyi bir aktarım daha da donanımlı bir sistem içerisinde bulunmak için -tüketme çılgınlığı denebilir- sorgulamalarım başladı.
Okulumun teori yönünün yüksek ve iyi olmasının altında yatan yarı haklı yarı cesurca olmayan sebebi, tiyatro kuruluşlarının kısıtlı, sıkıntılı olmasından kaynaklı. Önde gelen nedenlerden biri de mezun olduktan sonra oyunculukta iş bulabilme ihtimali çok düşük olması bunun yanında da hayatı idame ettirmenin zorluğu. Bu yüzden tiyatronun doğurduğu birçok alan üzerinde başka imkanlara ulaşılabilsin diye girilen bir yol… İçi dolu bir pratik performansının sağlam bir teoriden geçtiğini bu sebeple de olması gereken eğitimin böyle bir işleyişe sahip olma zorunluluğundan da bahsedebilirim. Fakat bu süreç oyunculuk hayalleriyle fakülteye başlayan birçok arkadaşımın farklı kulvarlara kaymasına sebebiyet verdi. Yazar, drama eğitmeni, müzisyen, ışık, atölye yahut tiyatro sahibi olma gibi hayaller doğdu. Benim de içime yazdıklarımı yönetme kurdu düştü. Eylem gözlemlerime eylemi anlamlandırma çabam da eklendi.
Aniden, hiç başlamamış gibi!
Artık mezun olma zamanlarım yaklaştıkça okulun artan temposu ve onu bitirme motivasyonum başka bir şeyi düşünmeme başka bir şeye odaklamama izin vermiyordu. Hayatın çalkantılarını, olumsuzluklarını da yarı göz ardı yarı sırtlanarak okulun son gününe vardım. Okulum pat diye bitti. Bir anda. Aniden. Hiç başlamamış gibiydi. O kadar içerisinde boğulduğum, kavgalar, kırgınlıklar, umutsuzluklar, sevinçler okul dışında da var olan beni sıfırlayan, bitiren anlar hepsi “pat” dedi. Bir süzülüşe geçti. Bütün o ağırlıklar kendiğilinden hafifleşti dönüp baktığım yerde yaşarkenkinin aksine kolay anlamlandırabildiğim şeyler oldular. Yeni bir dünya başlıyordu. Yeni çevreler, yeni savaşlar, yeni hırslar, kavgalar eklenecek ve ben yeniden bilmediğim bir dünya için bir sözleşmeye imza atmak zorunda kalacaktım… Okul bana kendi içerisinde hedefler sunuyordu. Bu noktada gerisi kolaydı. Yapmak gereken belirli hedefe ulaşmaktı. Şimdi bu çıplaklıkla ne yapacaktım ben? Her şey -hiçbir şey- yapabilirdim. Elimde tekrardan kağıttan yapılma uçağımı buldum. Bunu istiyor muydum?
Bir boşluğa düştüm. Bir arkadaşımın paylaşmasıyla hemen nadir karşılaşılan bir oyuncu seçmesine girdim. İlk aşama, inanılmaz heyecanlıydım. Salona koşarak girdim. Hızlıca yönetmenin karşısına geçtim. Ayakta durduğum yerde koşuyordum ve kalbim de kaburgamın içinde olduğu yerde koşuyordu. “İspatlayamam ama böyle olduğuna yemin edebilirim.” Bu enerji, bu güç garip bir şekilde karşımdakilere dokunmuştu. Parçamı oynamaya başladım. Durduruldum. Diğer parçama geçtim. Yine durduruldum. “Dışarı çık sıradakinden sonra gel” dediler. Dışarı çıkıp geri geldim. Bana bir daha parça oynatmadılar. Bende gördükleri bir şeyden -anlatılması çok güç olan bir sebepten- ötürü ikinci aşamaya çağırdılar. Nerdeyse oynamadan ikinci aşamaya kalmıştım. Bu inanılmaz ve garipti. Ben olduğum için herhalde ikinci aşamaya kalmıştım. Bu bir yandan da üzücü gelmeliydi sanki çünkü oyunculuğumu gösterememiştim. Enerjime ve o anki kurduğumuz bağa istinaden ikinci aşamadaydım. İkinci aşama günü birçok tekrar ve yönetmenin telkinleriyle geçti. Herkes gibi uzunca bir süre yönetmenle başbaşaydık. Her şey bitti. Arkadaşla buluştum. Ardından eve gittim. Acaba olacak mıydı? Birkaç zaman sonra sosyal medyada yönetmen tarafından takibe alındım. Çok sevindim, uçtum. Ardından bir gün sonra bir mesaj aldım. Mesajın fazlaca tatlı bir dille başlayışından anlamıştım olmadığını. Fakat bir yandan da başka bir işte seninle çalışmak istiyorum şeklinde bitiyordu mesaj… Bu güzel, umut vericiydi. İyi tamam, bu böyle sürerse bir gün bir yerlerde oynuyor olacaktım. Ardından ne istediğim bir seçme oldu ne de başka bir seçmeye girebildim. İnanılmaz. Televizyon istemiyordum. Bir tiyatroya da giremiyorum. Okulla beraber de ilerleyen çeşitli grup ve kuruluşlarda tiyatro yaptım. Son senemin yoğunluğu ve zamanının geldiğini düşündüğüm için dört yıl bulunduğum tiyatrodan ayrılmıştım. Oraya dönemezdim. İstediğim de tiyatro yok. Var ama kendi aralarında konumlanmış halde takılıyolar çoğu. Daha doğrusu ara tiyatro yok. Bir kısmı çok leş bir kısmı için de ünlülük ön planda ya da kendi aralarında kapalı bir çevre var. Bir basamak olacak, bir sıçrama yaptıracak ara tiyatro yok gibi. Kendi oyununu yapan bir arkadaşım yetişkin oyununda birkaç arkadaşım da çocuk oyunundaydı. İki üç kişi dışında bir oyuna girebilmiş sınıf arkadaşım yoktu. Uzunca bir boşluk başlıyordu hayatımda. Haliyle okul süreciyle göz ardı edilen bütün olumsuzluklar baş göstermeye başladı. Buhranlara sürüklendim. Buhranlı hallerimin temel baskısında oluşan fikirlerimin dağınıklığında bir amaç arıyordum bir amaç sadece bir amaç… Nasıl mı?
İyileşmek, eksilmek, atlatmak…
Hastalık, kaza, kavga, dövüş sonrası hayatın zora girmesi… Bu zorluktan kurtulmaya, sıyrılmaya, rahata erişmeye, çalıştığın evre ardından da iyileşmek ve iyileştikten sonraki o kısa süre bence hayatın en cazip alanı olmalıydı. Tekrar sağlığa, rahata kavuşmak. Bazen bunu istiyorum. Mesela; iyileşmek. Bir iddia… Çok kilolu bir insanın fit olma yolculuğu… İnanılmaz. Bedeninden veya hayatından bir şeyin eksikliğini bir süre yaşamak ardından hemen sana her zaman olağan, normal, sıradan, gündelik gelen bir işlevin değerinin farkına varmak… İşte o an çok keyif verici ve yüce. Örneğin, basit ama bir süre kesik olan parmağının sızlamadığını, eskisi gibi olduğunu fark etmen gibi. Tabii ki eksikliğin, ağırlığına ve büyüklüğüne göre bu sıradan, gündelik olanın tekrar kazanılmasındaki yaşadığın yücelik ve haz hissinin süresi değişiyor. Kanserli birinin hastalığı atlatmasının ardından gelen zamanlar müthiş bir histir. Parmak kesiği basittir ama farkları sadece süreleri ve mertebeleridir. Anlatabiliyor muyum? Alışılmış, gündelik olanın bir süreliğine farklı ve özel olması paha biçilemez bir şey… Kısacası baskıdan kaçmak. Bu kaçış yolunu da herkesin hak vereceği bir hiçbir şey yapmama halinde arıyordu vitaminlerim.
Hayatımda temas kurduğum insanların yüzde seksen üçü oyuncu yahut oyuncu adayıdır. Hepsinden çeşitli kamera önü için audition hikayeleri, olumsuzluklar, yanlışlıklar duydum. Sevinçli olumlu haberler de duymadım değil. Audition kapılarında “ekrana” çıkma çabasında olan arkadaşlarımdan duyduklarım önemli olanın yetenek değil tanıdık ya da takipçi sayısı olduğuydu. İçimde bu laflara hak veren taraf çok az gibi. Bunları hep kazanamayanların bahanesi olarak görmek istedim. Gerçeklik payını kim bilir?
Yarışa sokan bir düşünce: Potansiyeli göstermek
Şans eseri boşalan bir boşluk sayesinde bir tiyatronun asistanı olarak bir iş buldum ve bir şekilde sahneye yakındım. Böylece aylar geçti. Sahneden uzak bir günü diğerine suni bir koşuşturmayla bağlayan bende ise dinmeyen bir şey vardı… Okumalıyım, izlemeliyim, yazmalıyım, yabancı dil öğrenmeliyim, araştırmalıyım. Beynimin bir tarafı üretmek bir şeyler yapmak istiyor. Aldığım eğitimi gerçeğe dökmek. Bedenimse her şeyi inkar ediyor. Sahnede olmalıyım, pratik yapmalıyım. Geri kalmamalıyım… Tuhaf bir şey bu. Hedeflere yaklaştıkça kaçmak, uzaklaşmak için bedenim kendimi kandırıyor… İşte bu çalkantılı günlerim sürerken korona bütün dünyayı sarsmaya başladı. Bu korona günlerinin farkına varmamı hızlandırdığı şey ise yıllarca bu beklentileri kendimden bağımsız başka insanlara yönelik biriktirmiş olmamdı. Sakince fark ettiğim bir diğer şey ise çevremden hissettiğim yoğun baskıyı en çok kendim kendime kuruyormuş. İçimde gördüğüm potansiyelin heba olacağı düşüncesiyle kendimde çok büyük bir baskı oluşturmuşum. Aslında heba olacak bir şey yok. “Bir gün potansiyelimi gösteremeden göçüp gideceğim.” düşüncesi beni yiyip bitiren ve bir yarışa sokan düşünceymiş. Yarışmadan sadece yaptığıma odaklı algılarım açık bir şekilde hayata şahitlik ederek yaşamak istiyorum. “Ekranlarda” da olabilirim sahnelerde de yapmam gereken şey ise hareketle -koşmak- bir suyu kana kana içmek.
Baştaki “Hangisini seçmeli o halde? Ağırlığı mı hafifliği mi?” sorusuna belki de en iyi verilecek karşılık rastgele bir tarafı seçmektir. Çünkü bir tarafın değerine diğer tarafın tecrübesi ışık tutuyor. Hayatın içerisindeki yolculukta ilerlerken ağırlaştırdığımız hayatın buhranına kapılmak bize hafifletmenin önemini tattıracaksa varsın ağırlaşsın hayat.
(Sadece bahsetmek istediğim herkeste herkesçe farklılık gösteren bu süreci kendi dünyamdan aktarmak.)