Mimar ve Ressam Manolya Ceylan Fumero Vivas, bir zamanlar söylenmesi gerekenleri söyleyen ön sıradaki bir kızken, artık söyleyemediklerinin resmini yapıyor
Ayşe Marika SAĞLAM
Zamanın öyle bilinmez; öyle anlamlandırılamaz bir yerindeyiz ki, artık yön bulmakta, bulduğumuz yönleri yola koymakta büyük dertler ediniyoruz. Bu en çok da sanatı, sanatla yaşayan ve onu kendinin ve tüm yaşamının gerekçesi sayanları etkiledi sanırım. Bilgi çokluğu içinde doğru ve gerçek olanın ayırt edilemez noktaya gelmesi, fırsatların sınırsızlığı ama hala eşit olmayışı, seçenekler arasında iyiyi kötüyü belirlemek yerine işine yarara yönelme telaşı… Bunlar sanatı, üretkenliği yer yer çoğaltsa da aslında gizliden kökünü kurutan da bir handikaplar silsilesi aslında.
Günümüzde sanatçılar arasında “bilinme” ve “ünlü” olma telaşı varken, sadece üreten ve maalesef “kendini satmayı bilmeyen” bir kısım; ne yazık ki hiç de küçük olmayan bir grup, içine kapanık bir yaşama yöneliyor. Bunun ilişkiler ağında olmayı becerememe, o birbirinin gözünü oymaya, daha kapıdan çıkar çıkmaz dedikodusunu yapmaya hazır entelijansiya kalabalıkları içinde olamama gibi bir nedeni ve elbette daha birçok gerekçesi var.
Aslında birbirimizi tanıyoruz
Biz de hal böyleyken derdini anlatacak mecra bulamayanlara bir hikaye anlatma şansı tanıdık. Birbirimizi bilirsek, karanlıkta kaybolmamayı başarırız diye düşündük ve farklı disiplinlerden sanatçılara sorular sorduk. Şu bilmem kimin tanıdığı olamayan, buna pek de hevesli durmayan; köşe başlarının sabit isimleriyle çalışmaktan vazgeçmeyen galerilerin kapısından bile geçemeyen sanatçılara… Sadece üretmek ve yaratmak isteyenlere… Üreterek, sanat yaparak yaşama şansınız olsaydı dedik ve kalbe dokunan yanıtlar aldık. Öyle ya, aslında hepimiz birbirimizi bir yerden tanıyoruz…
Bu arada her hikaye birbirinden farklı olsa da ortak noktaları; maskesini çıkardığı anda tanıyamayacağınız egolarla yüklenmiş ünlüler arasında asla bulunmak istememeleri…
İlk hikaye Manolya Ceylan Fumero Vivas’dan geliyor. Çalışmalarını buradan takip edebilirsiniz. Hikayesini sadece resimlerinden de dinlemek keyifli olan ama anlatırken de o resimleri size tutkuyla yaşatan bir mimar-ressam…
Ön sıradaki kız
Önce seni tanıyalım. Manolya kimdir? Sanata bulaşmadan önceki hikayesi neydi ve hangi “dert” onu sanata taşıdı?
1982 yılında İstanbul’da doğdum. Neredeyse tüm yaşantımı da yine burada, Kadıköy ile Üsküdar arasında geçirdim. Üniversiteyi Kocaeli Mimarlık ve Tasarım Fakültesi’nde tamamladım. Başarılı bir öğrenciydim ufak aksaklıklar dışında 🙂 bol dereceli bir eğitim hayatım oldu.
Daha ilk okul dönemlerinden beri annemin beni baş rolde görme arzusundan olacak, tüm gösterilerde sıranın hep en önünde oldum. Kalabalık önünde durmaktan hiç haz etmem aslında. Lise döneminde müziğe daha çok ilgi duymaya başladım. 3 sene boyunca çok sesli korodaydım. Aynı dönemde klasik gitar ve bir süre de bas gitara sevdalandım. Çok küçük yaşlarımdan beri de resme ayrıca ilgi duydum. Sonrasında iş hayatı, kazanma arzusu, gezmeler, egolar derken hepsini bir kenara yığıp bıraktım.
Hani bu mükemmel resim vardır bize hep dikte edilen, bol kurallı. Saygılı evlat ol, çalışkan öğrenci ol, kibar genç kız ol, sonra güçlü kadın ol, ayaklarının üzerinde dur, iyi aile kur, iyi eş ol, hizmet et, cesur ol, yorulma… 35 yaşıma kadar hemen hep o resmin üstünde çalıştım ben; doğru sözden, doğru yoldan çıkmadan, olması gerektiği gibi.
Nedendir bilmiyorum ama bir kırılma yaşadım son yıllarda. Tahammülümü kaybettim bir yerlerde. İnsanlarla iletişim kurmak zor geldi, kim olduğumu, ne hissettiğimi, kendimi anlatmak zor geldi. Yalnız kalmaya, sessiz kalmaya ihtiyaç duydum. O dönem başladım aslında gerçekten resim yapmaya. Konuşmadan anlatmak istedim; çünkü yorucu geldi konuşmak. Fotoğraf çektim, şiir yazdım ama en çok da resim yaptım. Oldu mu bilmiyorum aslında, yani anlayan oldu mu, ama ben hala kendimi en iyi bu şekilde anlattığıma inanıyorum.
Kendinin bittiğini sanan resim
Sanatsal üretim aşamaların nedir? Hangi aşamalarla sonuca ulaşıyor ya da ulaşmıyor? Aslında burada tam da bunu sormak gerek, sanatın sonucu olmalı mı, bir eser mutlaka bitmeli mi?
Ben hala kendimi tanıyorum bu yönde. Benimkiler biraz aşk cinayeti gibi aslında. Öyle bir anda çıkıyor ortaya. Ne yaşıyorsam ne görüyorsam, nasıl çatlıyorsa bir şeyler, onlar çıkıyor ortaya bir anda. Ama kesinlikle boş bakmak diye bir aşamam var mesela onun gayet farkındayım. Saatlerce aynı boşluğa bakıp kafamda bitiriyorum resmi. Sonra yapabildiğim kadarıyla onu hayata geçirmeye çalışıyorum. Aniden bitme aşaması var bir de. Onun da farkındayım. Bazen yapılacak çok şey var diye düşünürken birden resmin kendini durdurması var. Tamamım ben diyor, aslında tamam da değil.
Hiçbir eser yapanı için tamamlanmış olamaz gibi geliyor bana. Ya da ben bu konuda kendimi yeterli hissetmiyor olabilirim. Aklımdakini, ifadeyi, duyguyu hiçbir zaman tam anlamıyla hayal ettiğim gibi resmedemiyorum. Yaklaşıyorum, uzaklaşıyorum, etrafından dolaşıyorum ama kafamda biten resimle, karşımda kendi kendinin bittiğini sanan resim arasında çok fark olduğundan hiç tamamlanmış olmuyor aslında. Bir vazo çiçek resmetsem, bitti diyebilirdim belki. Ben söyleyemediklerimin resmini yaptığımdan bitmiyor bir türlü.
Değer verildiğini görmeden evlatlık veremem
Ürettiklerinin, eserlerinin yaşam alanı bulması ne kadar önemli? Bu işi yaparak yaşamak istiyorum diyor musun? Yanıtın evet olmayabilir, ancak eğer evet ise, bu mümkün mü?
Eskiden bana dostlarım hep “yeteneklisin, neden bu işi yaparak yaşamaya çalışmıyorsun” derdi. O zaman hep “keyif aldığım, dinlendiğim bir şeyi iş olarak yaparsam hayatta nereden zevk alacağım ben, kaçmak istediğimde nereye kaçacağım?” dedim. Ne zaman ki bu yaptığım, benim iletişim yöntemim haline geldi, o zaman anladım. Evet, yalnızca bu işi yapmak istiyorum, yalnızca kendimi ifade etmek istiyorum ve bununla yaşayabilmek istiyorum.
Mümkün mü, çok zor bir soru benim için. Sanata verdiğimiz ya da veremediğimiz değerden bahsetmek istemiyorum aslında ancak bu işin maddi boyutlarını düşünürken duygusal yanlarını da göz ardı etmemek gerek. Ben kendim için resim yapıyorum, her bir işimle duygusal bağım çok büyük. Buna gerçek anlamda değer verildiğini, okunduğunu, anlaşıldığını görmeden kimseye evlatlık veremem onları. Dolayısıyla değer bulacağını bildiğim bir yerlerde yaşam bulmalarını isterim, mobilyanın rengine uyduğu için değil.
Yaparım ama ben olmaz yapan
Piyasaya yönelik üretim yaparım, bu da benim geçimimi sağlar diyebilir misin? Yani ne üreteceğini “alıcı” belirlese…
Sanıyorum. Bunun yanıtını istemeden az önce vermiş oldum. Ben resim yapmıyorum, kendimi anlatıyorum; söyleyemediklerimi… Ne üreteceğimi alıcı belirlerse bunun sanatla, ya da benimle ilişkisinin ne olacağını çok merak ediyorum. Yani, alıcı benim elimden çıktığı için mi ona sahip olmak istemiş oluyor? Herhangi iki kişinin eserinin arasında ne fark kalıyor bu durumda, ya da fiyatı mı değerini belirliyor yapılan işin? Dolayısıyla bugün, içinde olduğum durumda piyasaya yönelik olarak bu işi yapmak isterim diyemem. Derin ilişki içindeyim yaptığım işlerle, zaten tam da bu sebepten resim yapıyorum. Benim için bir şiir, bir kitap yazsana demek gibi aslında bu. Yazarım ama “ben” olmaz onu yazan.
İki meslek farklı babadan iki kardeş gibi
İki mesleğin var! Hangisi daha ağır basıyor diyemiyorum; zira senin mesleklerin birbirine uzak değil ancak para kazanmak için yapılan iş ile ruhunu besleyen iş arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyorsun?
Mesleğim ile resim birbirine çok uzak görünmese de hayatın gerçeği bu şekilde değil ne yazık ki. Farklı babadan olma kardeş gibiler. İkisinin de huyu, talepleri, karakterleri çok farklı. Meslek hayatımda ilişki kurduğum kişiler, işin yapılış şekli, yorucu diyalogları ve anlamsız stresleri öyle çok ki… Mimarlık, estetik veya sanata dair bir çıktısı olmadığına inanıyorum. Dolayısıyla yaptığım iki işin birbirleriyle karşılaşmamaları için elimden geleni yapıyorum aslında. Sanat için ayırdığım vakitte kesinlikle günlük işlerim ile ilgili bir sorunu düşünüp çözmeye çalışmam. Bu zaman konusunda oldukça disiplinliyim. Ne kadar yorgun olduğum ya da saatin kaç olduğunun bir önemi olmaz. Her gece mutlaka birkaç saatim onundur.
Bunun dışında tabii ki her ikisi de birbirini ister istemez etkiliyor. Sanat günlük hayatımı pozitif besliyor, daha dingin olmama, durumlara çok yönlü bakabilmeme olanak tanıyor. Aynı şekilde gün içinde beslendiklerim de pozitif veya negatif yönde mutlaka tuvalde kendine bir yer buluyor.
Batımız da doğumuz da sanata değer verirken…
Yurt dışını gözlemleme, oradaki hayata bakma fırsatın oluyor, bu minvalde bizi çok da üzmeyecek bir kıyaslama yapar mısın?
Bu kıyaslamanın bizi çok üzeceğine inanıyorum aslında. Resmi, sinemayı, fotoğrafı, müziği bir kenara koyalım. Kişi başına yıllık okuma ortalamasının 9 kelime ile sınırlı olduğunun belirtildiği bir ülkede yaşıyoruz. Sanatı eleştirmek (pozitif veya negatif) için sanatçı olunması gerektiğine inanmıyorum. Bakış açısıdır burada gereken, muhakeme kabiliyetidir bu konu üzerinde, yani kültürüdür. Bunu yalnızca batının sanat anlayışına bakarak da söylemiyorum. Tam aksine son dönemde yaşanan zorunlu göçlerde benim en çok dikkatimi çeken konu tam da bununla ilgiliydi. Bir dönem tarihi eser restorasyonu üzerine çalışmıştım. 3-4 senelik güzel bir deneyim oldu benim için. Eskiden inşaatlarda görmeye alıştığımızın aksine taş işlerinde, ahşap işlerinde, oyma işlerinde, kalem işlerinde en sık gördüklerim Suriye, İran asıllı ustalar oldu. Öyle uzmanlar ki yaptıkları işte; yöntemini, doğrusunu, alternatifini, tarihini, nedenini öyle güzel biliyor ve uyguluyorlar ki hayran olmamak mümkün değil. Hem doğumuz hem batımız farklı yönlerde sanata ve zanaata çok daha fazla değer veriyor ve ciddiye alıyor diye düşünüyorum. Bizim taklit etmekten, yıkıcı eleştirmekten bir an önce vazgeçmemiz gerekli. Yalnızca sanata karşı değil, bunu her mesleğe, uzmanlığa karşı saygı duyarak yapmamız şart. Bir konu, bir akım hakkında yorum yapmak için kulaktan dolma bilgilerden öteye geçip, kişinin kendi fikrine sahip olması değerli olan. Moda olduğu için, kulağa hoş geldiği için değil, anlamak için, dinlemek için sergilere, konserlere gidilse, kitaplar okunduktan sonra tartışılsa, çok da güzel olmaz mı? Fikir alışverişi yapsak, doğalımız bu olsa.
Sosyal medyayı doğru oranda kullanmalı
Gelelim çağın meselesine, aslında şu röportajı yapacak mecrayı bize bırakmayan sosyal medyanın gücüne… Sanat söz konusu olduğunda, sosyal medya avantaj mıdır yoksa seçenek çokluğu, bilgi ve görüntü kirliliği, hatta zaman kaybı arasında bir dezavantaj mı?
Hepimiz sosyal medyayı günlük olarak kullanıyoruz. Ben de oldukça yoğun kullanıyorum bazı uygulamaları. Aslında hem avantaj hem de dezavantaj diyebilirim. Ne paylaşmak, kiminle paylaşmak, neyi görmek istediğinizi sizin belirleyebildiğiniz dünyada; her konuda kendine özel underground (yeraltı) diyebileceğim güzel ve samimi gruplara ulaşmak mümkün. Hem yerli hem yabancı platformlarda çok güzel gruplarla iletişimlerim oldu bugüne kadar ve bu temaslar beni sanatsal açıdan oldukça besledi. Farklı bakış açılarını tartışırken kişilerin birbirini destekleyerek bunu yapıyor olması çok umut verici. Ancak diğer taraftan da bu hem vakit alırken hem de özellikle fotoğraf veya yazı gibi işlerin sosyal medyada paylaşılması aslında bir şekilde kopyalanması anlamına da geliyor. Yani eserlerinizi paylaşmazsanız çağın gerisinde kalmış oluyorsunuz, eserlerinizi paylaşırsanız bir yerde o kalabalığın içinde değer kaybına uğratıyorsunuz. Doğru oranda kullanılmasının kesinlikle gerekli olduğunu düşünüyorum ancak dikkatlice ve amacına uygun.
Hissi ifade etmenin kolay ya da kısa yolu yok
Üretim sürecinde ve eserin sence bitti dediğin o keyifli anda, hislerini anlatırsan belki sanat söz konusu olduğunda, “ben de yaparım”cılardan ayrılan bir ortak temas bulabiliriz okuyucu sanatçılar için.
Herkes yapsın ki zaten aslında. Ben yaparım diyen herkes eline bi fırça, bi kalem, bi gitar alsın bence. Sonuçta hiç birimiz bir şey kaybetmeyiz, aksine çoğalırız belki. Mesela, en sık duyduğum insanlardan “hangi tekniği kullanıyorsun”, “kolaysa bana da öğretsene” oluyor. Ben özel bir teknik kullanmıyorum, yaptığım hiçbir iş 1 ya da 1,5 aydan kısa sürede tamamlanmıyor. 5/0 fırça ile yapıyorum tüm resimlerimi. Renkler kendi karışmıyor, kendi çatlamıyor yani, ben çatlatıyorum onları. Her anından keyif alıyorum. Şayet ben de yaparım diyen aynı tadı alacak, aynı tatmini duyacaksa yapmalı zaten. Ama hissettiğin bir şeyi ifade etmenin kolay ya da kısa yolu yok, tekniği de yok bence.
Sorunum mu yoksa cevabım mı?
Sanatını besleyen nedir Manolya? Yani sana ne “hadi üret, hadi kalk eline fırça al ve sabah uykusuz halde işe git” diyebilir?
İçimdeki kavgalar, dualite, aşk, temas, korku, değişim, büyüme, küçülme… Çok hissediyorum ben 🙂 Sorunum mu bu yoksa cevabım mı bilmiyorum aslında. Çok fazla hissediyorum ve bunu ifade etmeye ihtiyaç duyuyorum. Hepimiz kendimizle hergün her konuda, defalarca savaşıyoruzdur. Neyi yapıyorum, niye yapıyorum, doğru olan mı, içimden gelen mi, ben miyim cevabı veren, olması gereken mi… Bunun gibi yüzlerce soru var, bu kadar savaşıyoruz içeride ama dışarıda hayat aynı monotonluğunda devam ediyor. Ben onları içimde tutamıyorum. Uykusuz kalmaya değer bence.
Kendime değil işlerime yer yapmak
Hayallerin desem… Gelecek, yakın ya da uzak bir uzam dersek, sen o noktada ne yapıyor olacaksın?
Kesinlikle sanat ile ilgili bir iki adım ilerlemek istiyorum. Daha fazla vakit ayırmak, daha konsantre olabilmek. Aynı dili konuşabildiğim kişilerle temas kurabilmek. Ben kalabalıkları sevmem, kendime yer istemiyorum ancak yaptığım işlerin kendilerine bir yer bulmasını istiyorum. Başka birine kendini anlatmasını istiyorum. Bundan daha tatmin edici, daha güzel bir duygu olabilir mi?
Kendilerinden bir parça bulurlarsa…
Eserlerinde ne arıyorsun? Biz, yani izleyici ona baktığında ne gördüğünde “tamam” diyorsun?
Kendinden bir parça bulduğunda, içinde hissettiği bir yere dokunduğunda benim için tamamdır o. Her birimizin duyduğumuz kelimelerden aldıklarımız bile farklı, tabii ki resimlere verdiğimiz anlamlarımız da farklı olacaktır. Bu sebepten yaptığım resimlerin hem yönü hem adı yok. Benim için her birinin bir hikayesi var ancak onlar benim hikayelerim. Bir başkası baktığında kendi hikayesini de görüyorsa o zaman tamamdır o resim, tamamlanmıştır.
Aynı kişinin elinden çıkmamış gibi
Resimlerin, kişisel hikayenle birlikte zaman içinde nasıl bir değişim, dönüşüm geçirdi? Vardığın noktadan, yolculuğunun başına doğru bakınca neler görüyorsun?
Kesinlikle aynı kişinin elinden çıkmış olduğuna inanmayacağım kadar farklılık geçirdi. Sanatta sürrealizmi hep sevdim ancak hep asıl sanat olduğunu düşündüğüm realizmdir. Dali’yi çok sevsem de hayranlığım Caravaggio’yadır mesela. Resim yapmanın benim için hobi ya da kaçış olduğu o ilk dönemlerde olabildiği kadar realizm etkisindeydim. Menekşeler, kumsallar, dalgalar, dağlar vesaire. Kara kalem dışında portre çalışmam pek olmadı ama, doğayı resmetmeyi daha çok sevdim. Bu benim için konuşma diline döndüğünde o zaman hislerimi var olanla anlatamayacağımı fark ettim. O zaman formlar, renkler, çatlamalar, çatışmalar başladı. Başladığım yerden çok uzaktayım şu an. Her gün benimle birlikte değişiyor o da. Güzel bir gelişim görüyorum ben, özgür çünkü.
Kendini tamamlamadan başkasını tamamlama
Çok teşekkür ederim ve giderken lütfen, üretmek istediği halde, hayatta başka dertlere gömülmüş, çoğu zaman hayallerini ertelemek zorunda kalmış birilerine umut verecek tek bir cümle ya da iz bırak (:
İnsan kendini tamamlamadan başkalarını tamamlamaya çalışmamalı bene. Önce ben tam olmalı, tatmin olmalı, mutlu olmalı ki başkalarını mutlu edebilsin. Kendimizi ertelemeyelim bu nedenle. Üretmenin doğru ya da yanlış şekli yok, üretmenin sen şekli, ben şekli var. İçinden geldiği gibi diyor, teşekkür ediyorum bu güzel fırsat için.