Bulgaristan’ın bir köyünden Türkiye’ye gelip müzik dünyasında önemli bir yer edinen Ediz Hafızoğlu ile, bulunduğu noktadan geçmişe bakarak, İstanbul’u, müziği ve hayatın kendisini konuştuk
Ayşe Marika SAĞLAM
1995 yılında, Türkiye’nin dört bir yanından gelen “çalışkan, başarılı, hedefleri olan” bir grup çocuktuk. Kabataş Erkek Lisesi’nin karanlık koridorlarında ki bilenler bilir; dehlizi, zindanı aratmaz hazırlık sınıfının olduğu kat, birbirimize çekinerek bakan, üst sınıfların katına asla çıkmamamız tembihlenen, ürkek çocuklardık… “Deniz kıyısında mis gibi okul” laflarına hiç aldanmayın, disipliniyle, yılların ağırlığıyla hep biraz karanlık, sert bir mizaca sahipti Kabataş.
Aramızdan ne doktorlar, ne mühendisler çıkacaktı… “Kabataş Erkek’ti, Erkek kalacaktı… Kabataşlı olmak ayrıcalık”tı. Ağırdı yükü kısacası… O koridorlardan, Türkiye’nin en başarılı sanatçıları çıktı, en güzel kalpli insanları… Gerçek bir dostluk ve kardeşlik hikayesi de, aradan geçen 20 yılda hiç değişmedi. Biz birbirimizi zamanın bir yerinde yitirsek de nerede görsek tanıdık, nerede görsek sevmeye devam ettik.
Yeteneğini ortaya dökmezdi
Ediz Hafızoğlu, o yıllardan ve en güzeli de okulun sanatla uğraşmayı kafasına koyan 15 kişilik tek sosyal sınıfındaki, tek erkeğimiz olarak – adı hala erkek lisesiyken hem de – bugünün önemli müzisyenlerinden biri. Mükemmel resim yapan, müzikte doğuştan bir yeteneğe sahip bu adamın bir o kadar da kendiliğinden olma hali vardı, önemsemezdi, bir kez olsun kendini ortaya dökmezdi. Ama sevilirdi… Çok sevilirdi.
Adını bilmeyen olduğunu pek sanmıyorum. Zira bugün Ediz Hafızoğlu dendiğinde birbirinden başarılı çalışmalara imza atmış, saygın isimlere davul çalan, yetenekli ve çok da güzel kalpli bir adam akla geliyor. Kabataş Erkek Lisesi’ni 1999 yılındaki KASDAV’da başarıya ulaştırmış muhteşem ekibin bir parçasıydı ve o günden sonra Ediz’in başarıları dendiğinde, şaşırmaz olduk.
Bugün ona benim bildiklerim ve zaman içerisinde kaçırdıklarım; yani sanatıyla, Bulgaristan’dan Kabataş Erkek Lisesi’ne gelişiyle ilgili sorular sordum. Bu röportaj benim için diğerlerinden biraz daha duygusal çünkü biz birlikte o koridorlardan çıkıp hala, kaldığımız yerden devam edecek bağı kurabilmiş ender nesillerdeniz sanırım. Bu anlamda şanslıyım/z… Kendisine teşekkür ederek, bize hikayesini anlatmasını rica ediyorum.
‘Sürekli köyüme kaçmayı düşündüm’
Seni bilenlerin, sevenlerin çok da bilmediği bir Ediz hikayesi anlat desem; mesela Kabataş Erkek Lisesi’ne ilk adım atma hikayeni sorsam… Seni o denizin kıyısına getiren neydi? Tabii burada yatılı okumak, uzaklarda olmak konularının da hafifçe üstünden geçersen güzel olur.
‘89 göçünde hepimiz Türkiye’ye göçmüştük. Teyzemler kalmış, 8 ay sonra biz tekrar Bulgaristan’a köyümüze dönmüştük. Sonradan kafama dank etti; annem ve babam 33’lü yaşlarındalarmış, tüm ailenin sorumluluğu onların üzerinde, tüm bu zorlu aşamaların üstesinden gelmeyi nasıl başardılar hala kafam almıyor. Ben 94 yılında tekrar kaçak olarak Türkiye’ye döndüğümde (askerliğini yapmayan erkeklerin yurt dışına çıkmalarını yasaklamıştı Bulgaristan) önce kuzenim Ferah’ın okulunda onunla birlikte derslere dinleyici olarak katıldım. Abisi Timur da Kabataş’tan mezun olmuştu. Bütün hikaye onunla başladı işte. Bir gün beni alıp hadi bakalım Kabataş’a gidiyoruz, Oktay Hoca’nın (Oktay Tuncer) en sevdiği öğrencilerindenim, o bize yardımcı olur, demişti. Çünkü oturma iznim var, vatandaşlığım yok; okula girmek kolay değil. Sağ olsunlar beni okula aldılar, yatılı olarak da kalabildiğim için şanslıydım. Benim hayatım ondan sonra ilerlemeye başladı. Doğru düzgün Türkçe bilmiyordum, Türkiye’de hiç arkadaşım yoktu, sürekli Bulgaristan’a köyüme kaçmayı düşündüm kendi kendime. En çok arkadaşlarımı özledim çünkü. Tüm bunların önüne geçen şey yatılı hayatı oldu. Kendimi nihayet iyi hissetmeye başladım, o günden sonra da kimsenin beni bu denli mutsuz etmesine müsade etmedim.
‘Dedem bana 7 yaşında bağlama aldı’
Eğitimin insan hayatında olumlu ya da olumsuz bir sürü etkisi var. Biz bu anlamda şanslıydık, sanata dibine dek batmamızı sağlayacak bir okulda yetiştik. Senin bu yönün nasıl keşfedildi?
Dedem çok akıllı birisiydi. Beni 7 yaşımda bağlamaya başlattı, müzik ile uğraşmam için hep itici güç oldu. Keza annem ve babam da öyle. O konuda çok şanslıydım. Okula geldiğimde zaten darbuka ve bağlama çalıyordum o yüzden müziğe yönelmem çok zor olmadı. Ama bu da tesadüfen oldu tabi ki. Yatakhane arkadaşım Oytun Yapıcı bir gün gelip “Yarın orkestranın davulcu seçmeleri varmış, sen de darbuka çalıyorsun ya, oraya gidelim, çal, seni alırlar gruba’’ dedi. İyi dedim, gittim ve orkestranın davulcusu olarak seçildim. O güne kadar hiç davul çalmamıştım ama umut vadettim sanırım.

Kapıları görecek kadar farkında olmak
Peki her şey çok kolay oldu diyebilir misin? Şansım yaver gitti, başardım. Ya da gerçekten bazen her şey hiç de göründüğü gibi değil diyenlerden misin?
Ben hayatım boyunca çok şanslı oldum, gerçekten başıma kötü bir şey geliyorsa hep daha da kötüsü olmasın diye geliyor, bunu farkettim yıllarca yaşadıklarıma bakınca. Ama şansa da inanmam açıkçası. Hepimizin önüne her saniye farklı kapılar açılıyor. Biz o kapıları görecek kadar farkındaysak ancak iyi seçimler yapabiliyoruz. Hazır olmak için de hem kendimizi iyi hazırlamamız, hem de çok iyi eğitmemiz gerekiyor, konu ne olursa olsun. Çok kolay olmadı tabi ki hiçbir şey. Ama dediğim gibi, belki de ben bir şekilde önüme çıkan şeyler için ailem, arkadaşlarım ve hayatın tamamı tarafından hazır edildim, böyle hissediyorum.
‘Köyde kalsaydım iyi bir marangoz olurdum’
Eğer o müzik grubuna girmemiş olsaydın, bu konuda desteklenmeseydin şu an bildiğimiz Ediz olur muydun? Aklında başka bir meslek var mıydı?
O kadar tesadüfen oluyor ki böyle şeyler, ben orada gruba girmeseydim başka bir yerde başka şekilde belki de başka bir enstrümanla yine de müzik yapmaya devam edecektim. Bu olmasaydı başka bir şey yapar mıydım bilemiyorum. Ama köyde kalsaydım iyi bir marangoz olurdum muhtemelen. Ya da iyi bir çiftçi. Şu anda köyüme dönmüş gibi başka şeyleri öğrenmeye çalışıp hayatımı daha az müzik, daha çok doğanın kendisiyle ilişkili işler yapmaya doğru kanalize ediyorum.
Köy Enstitüleri programı ve Bulgaristan – Türkiye farkı
Sen birbirinden farklı kültürleri çok rahat kıyaslayabilecek bir şansa sahipsin. Oradan burası, buradan orası nasıl görünüyor?
Bulgaristan ve eğitimi inanılmaz. Biz köydeydik ve 80 yıllarıydı, öyle düşün. Buraya geldiğimde kuzenimin okulunda dinleyici olarak katıldığım derslerden birinde beni matematik yarışmasına yolladılar. Daha Türkçeyi bile doğru düzgün konuşamıyordum.
Köy Enstitüleri programını uyguluyor Bulgaristan, o yüzden çok ileriler buraya gore. Dinle devlet işlerinin birbiriyle alakası yok, ki Türkiye’nin bu bataklığa sürüklenme sebebi. Cenazede de düğünde de müzik çalar, yenir içilir, şükredilir. Bulgaristan’da yaşayanlar hayattan zevk almasını bilen insanlar. Türkiye ne yazık ki Arabistan’a sürüklenmiş, hiçbir şeyden zevk almayan, yalanın, iftiranın, fikir dahil her türlü hırsızlığın yaşandığı kirletilmiş bir ülke. Oysaki her şey çok güzel olabilirdi hepimiz için…
Bir rol model ve arka plandaki gizli yetenek
Senin müzik dışında, pek de bilinmeyen başka bir yeteneğin var. Neden konservatuar yerine, güzel sanatların başka alanında bir eğitimi tercih ettin?
Müzik yüzünden (: Resim yeteneğimin olduğunu az çok keşfetmiştim ama işte zorunlu göç vs. girince araya oradan tamamen koptum. Ta ki birkaç kez bana davul dersi veren, en son orkestranın davulcusu Ferit’in Mimar Sinan’da (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) Endüstriyel Tasarım okuduğunu öğrenip, hala davul çaldığını farkedene kadar resim yapmak aklımın ucundan bile geçmemişti. Rol model seçersin ya, ben de öyle yapayım deyip, yetenek sınavı ile girildiğini öğrenip çalışmaya başlamıştım. Bu da böyle bir maceraydı. Bilgi’nin (Bilgi Üniversitesi) sınavlarına hazırlanmaya karar verdiğim gün elimden kalemi bıraktım, o gündür bir çizgi bile çekmedim. Geçenlerde sulu boya defteri ve malzemelerini aldım ama hala bir şey çizmek içimden gelmiyor, gelirse belki bir şeyler yaparım.

Kabataş, Mimar Sinan ve mutlu zamanlar
İstanbul sanatın her alanı için çok fazla olanak sunan, aynı zamanda alıp götüren de bir kent. Senin İstanbul’la aranda nasıl bir ilişkin var ya da vardı (:
İstanbul kesinlikle bir tımarhane. Oradayken ne kadar acı çektiğimi çok sonradan fark ettim. Kız kardeşimi arayıp “Annemler bana en büyük kötülüğü beni bu şehre getirerek yapmışlar, kendimi hiç iyi hissetmiyorum, buradan hemen gitmem lazım’’ diye telefonda ağladığım an aklıma geldi. Eğitim ve bu ortamda olmak için şartmış gözüyle bakıyor herkes ama bence değil. Hele ki bu devirde. İnsan bir şey yapacaksa Antarktika’da da olsa onu yapar. Bu olmuyorsa başka bir şey yapar ve yine başarılı olur. İstanbul benim için mutluluktan çok mutsuzluk ifade ediyor. En güzel günlerimiz Boğaz’ın dibinde okuduğum zamanlar oldu, Kabataş’ın ardından Mimar Sinan. Dersten bir saat önce okula gidip kantinden açma ve çayımı alıp, açmayı çaya bana bana yedikten sonra bankta uyuyakalıp derse geciktiğim zamanlar en mutlu zamanlarımdı.
Farklı gruplar, farklı tarzlar
Üretmek, yaratmak, beslenmek döngüsü içinde senin hikayen nedir? Sanat doğal bir reaksiyon gibi olsa da beslenme süreci herkese göre değişiyor. Senin itici gücün, beslendiklerin neler?
Benim için sürekli farklı gruplarla çalmak, çok farklı tarzlarda müzikler dinlemek, yediğim bir şey, insanlarla konuştuğumuz bir mevzu, hayatın her anı aslında yaratım sürecini destekliyor. Yürürken çok fazla şey çıkıyor aslında, o yüzden telefona ses kaydedebiliyor olmak çok faydalı oldu. 90’ların sonunda md’lerle imtihanımız vardı çünkü. Bir de eğer bir projeye giriştiysem her gün saatlerce bir şey çıksa da çıkmasa da oturup çalışıyorum, başka türlü bir şey üretmek mümkün olmuyor.
Yaptığın müziği bir türe dahil ediyor musun? Bu anlamda bir gereksinim de var mıdır aslında?
Etmiyorum. Sürekli de değişiyor aslında. Bugün kafamda nasıl bir şey dönerse, yarın biliyorum ki başka bir şey dönmeye başlayacak, o yüzden türlere çok da takılmıyorum.
Olduğum halimden mutluyum
Sanat yaparak yaşamda kalınır mı sorusunu sormazsam olmaz… Belki birçoğumuz için umut arıyorum. Bir dostum, neden heykel okudun dediklerinde “elimden başka bir şey gelmiyor, bir tek bunda iyiyim” diye naif bir yanıt vermişti. Sanatla geçinmek, dilediğin hayatı yaşamak mümkün mü?
Bence mümkün değil. Yaşarsın ama dilediğin hayatı yaşayamazsın. Hiç kolay değil. Bu kadar zamanı sanat dışı bir işe harcasaydım şu anda milyonerdim muhtemelen. Ama kendi seçimim. Ben olduğum halimden mutluyum. Parayla bir işim hiç olmadı, parayı da hiç sevmedim. Elime ne geçerse hemen harcayanlardanım, o yüzden milyonlarım da olsaydı onları da tepe tepe harcardım. Olmaması daha iyi galiba…
Kaş’ta bir sanat köyü!
Bize yoğun programını, projelerini biraz anlatır mısın? Bu koşturma dışındaki Ediz neler yapıyor?
Yeni planlar yapıyoruz kız arkadaşım Ece ile. İki yıl önce Kaş’ta bir arazi alıp oraya taş evimizi yaptık, şimdi de büyük olan evi bitirmek üzereyiz. “Sanat Köyü” misali çalışacak bir yapı oluşturacağız. Sanatın tüm branşları yıl içinde eğitim, atölye ve gösteriler sergileyecek. Bunun dışında ben de buradan çok fazla kımıldamak istemiyorum. Geldim 40 yaşına, hastalıklarla uğraşmadan kaliteli bir yaşam için son 15-20 yıl diyelim, ölmezsek tabii. O yüzden çocuk yapıp, ailemle ve arazideki ağaç ve bitkilerle daha fazla vakit geçirmek istiyorum. Çal çal nereye kadar. Her gün başka bir yatakta gözünü açmak, bazen hangi şehirde olduğunu karıştırmak, yatamamaktan ayaklarımdaki ödemler yüzünden ayaklarımın ayakkabıya sığmaması, aynı günde üç prova iki konser… Bu hayatı geride bırakmanın vakti geldi de geçiyor bile. Üretmeye tabii ki devam ederim ama artık konser çalarken birileri gelmiş mi dinlemeye, müzisyenlerin parasını ödeyebilecek miyiz, yayınladığımız albüm masraflarını çıkarabilecek mi diye rüyalar yaşamayı bir kenara bırakıyorum. Az kaldı.
‘Sebep olmasaydı var da olmazdık’
Son olarak ben başka türlüsünü bilmiyorum, sanatla, üreterek yaşamak istiyorum diyenler için bir şarkı rica edelim senden… Umudu koruyalım mı, yoksa olmaz kardeşim diyenlerden misin?
Umut olmazsa yaşam olmaz. Umudumuzu cehemmenin dibinde bile olsak korumamız lazım. Ne için varolduk, neden tüm bunları yaşıyoruz, neden ölüyoruz, nereye gidiyoruz bilmiyorum ama bir sebebi olmasaydı şu anda hiçbirimiz “var” olmazdık. En son kulağıma Elif Çağlar ile yaptığımız parça çalındı. Yaptığımız en iyi bestelerden biri bence. Ediz Hafızoğlu ‘’Nazdrave’’ feat. Elif Çağlar – Doğru