İktidar, Siyasal İslam, Siyallaşan Alevilik isimli kitabı raflarda yerini alan Atilla Şimşek, Aleviliği tanımlarken tek tanrılı dinlerin toplumsallaşma modelini şablon olarak kullanmanın hatalı bir yaklaşım olacağını söylüyor
Alevilik, geçmişten bugüne üzerinde taşıdığı baskı, göçebe yaşam anlayışı, kurumsal sürekliliğin olmaması ve nihayetinde Anadolu’dan büyükşehirlere yaşanan göçlerle her zaman tanımlanması zor bir olgu olagelmiştir. Bu durum, Alevilikle ilgili kitaplarda yansımasını bulmuş, her yazar bambaşka bir çerçeveden Aleviliği tanımlamaya çalışmıştır. Bu yüzden referans kitap vermek zordur ancak bu kez elimizde öyle bir kitap var.
Atilla Şimşek’in Ceylan Yayınları‘ndan çıkan İktidar, Siyasal İslam, Siyasallaşan Alevilik isimli kitabı, Kahveli Okur olarak Alevilikle ilgili araştırma yapanlara rahatlıkla önerebileceğimiz bir kitap olmuş. Atilla Şimşek, kitabında önce Aleviliği vahdet-i vücut anlayışı temelinde felsefi bir düzleme oturtuyor. Birçok önemli başlığa sahip kitap, devamında hem Aleviliği hem siyasal İslamı iktidarla ilişkileri bağlamında değerlendirirken sık sık İslam tarihinden de faydalanıyor. Atilla Şimşek, söyleşimizde her biri bir seminer değerinde dediği deyişlere de özel olarak eğilerek, Aleviliği kendi ham kaynakları üzerinden değerlendirmeyi başarıyor. Nitekim kitabın bir bölümü “Alevilikte Yedi Ulu Ozan” başlığını taşıyor. Atilla Şimşek, Aleviliğin tanımlanması üzerine düşüncelerini sunduğu son bölümlerde ziyaret kültüne de ayrıca ağırlık vererek Aleviliğin mekan ve doğa ile olan ilişkisine ışık tutuyor.
İktidar, Siyasal İslam, Siyallaşan Alevilik, ham kaynaklara eğilen, bilimsellikten sapmamaya özen gösteren, Aleviliği taraftarlık yapmadan ele alabilmeyi başarabilen, tarihten, sosyolojiden, antropolojiden doğru bir şekilde faydalanan, kaynaklara eğilirken, kaynakları toplayan ve aktaran bir yapıya da bürünen bir kitap. Biz de Kahveli Okur olarak, bu çok kapsamlı çalışmanın yazarı Atilla Şimşek’e kendi sorularımızı yönelttik.
SORUNLAR SANDIĞIMIZDAN DAHA BÜYÜK
İktidar, Siyasal İslam, Siyallaşan Alevilik’i yazmaya başladığınızda çıkış noktanız, ana amacınız neydi? Nasıl bir çalışmayla, nereye vardınız?
Bu araştırmada çıkış noktasını tanımlayan kelimenin ”arayış” olduğunu düşünüyorum. Çoğunlukla ruhun derinliklerinde saklı kalsa da, her insanda yaşanmakta olan bilincin ve hissiyatın sınırlarını aşmaya yönelik bir potansiyelin ve eğilimin, bu temelde gelişen bir arayışın var olduğuna inanıyorum. Yaşadığımız süreç itibarıyla değerlendirildiğinde ise; ötekileştirilmiş bir inancın, dilin ve kültürün bireyi olmak ve bu temelde gelişen ”ben kimim” sorusu bahsettiğim arayışın somut şekiller almasına yol açtı. Bu yönüyle ele alındığında, araştırmam başlangıç aşamasında bir kitap yazmaya yönelik değildi. Daha çok şahsi bir çaba olarak gelişti.
Bu temelde kimliğimin bir parçası olan Aleviliği anlama ve tanımlama çabası; araştırmamın ilk yıllarında, piyasa kitaplarının çeşitli ve birbiriyle çelişkili tezlerden oluşan düşünce labirenti içinde boğulmama yol açtı. Bu durum konuya daha ciddi yaklaşmamı, daha planlı ve daha fazla çaba göstermemi zorunlu kıldı. Böylece bir kitap yazma düşüncesine götüren emeğin birikim süreci de başlamış oldu.
Alevi düşünürlerinin, şairlerinin, ozanlarının, erenlerinin eserlerini dolaysız şekilde kaynak olarak değerlendirmek ve akademik yönü güçlü olan yabancı yazarların çalışmalarından da faydalanmak, fikirlerin taraftarı olma alışkanlığını terkedip, hangi yöne giderse gitsin, elimden geldiği kadar gözlem ve analize dayalı şekilde yalnızca gerçeğin arayışında olmak, araştırma sırasında ihtiyaç duyduğum dengeyi sağladı.
Örnek vermek gerekirse, her biri bir seminer zenginliğinde içeriğe sahip deyişlerimiz olduğunu gördüm.
Ulaştığım sonuçlardan biri, Alevilik gibi önemli bir insanlık mirasının aydınlatılması, tanımlanması ve kayıt altına alınması noktasında sorunlarımızın sanıldığından daha büyük olduğudur.
Örneğin; yüzyıllara, hatta kimi yönleriyle binyıllara uzanan bir ötekileştirmeye, asimilasyona, baskı altına almaya, uç noktada ise yok etmeye maruz kalan bir kültürde kimi zaman kendini ifade etmede kullanılan terimler, kendine has kültürel bir terminoloji kısmen yok olurken, kimi zaman da terminolojinin karşılığı olan anlamlar kısmen yok olabilmektedir. Bu noktada bir kültürün aslında kendisine yabancı bir dille kendisini araması, ifade etmesi ve anlatması gibi bir durumla karşılaşılmaktadır.
”Hak, Muhammed, Ali” üçlemesindeki içeriğiyle ele alındığında Hz. Ali ve Hz. Muhammed isimleri sanıldığı gibi tarihsel şahsiyetlerle sınırlanabilecek bir anlama mı sahiptir ? Üçleme neden böyle şekillenmiştir ?
”Hey erenler pazarım var
Hal ehline hal satarım…” derken ifade edilmek istenen ”hal” nasıl bir haldir. Elimize bir sözlük aldığımızda ifade edilen anlamı bulmak mümkün müdür ?
Bunun gibi araştırmaların kurumsal düzeyi, kullanılan metod v.b. pek çok sorun mevcuttur.
TASAVVUFUN TEMELLERİ CİHAD’A TERS
Kitapta siyasal İslamın, varlığın birliği ilkesindense ikili düşünceyi öne çıkardığını anlatıyorsunuz. O zaman bugünün hakim İslam anlayışı tasavvufu öteliyor mu? Bunu yapmasa ne kaybeder?
Öncelikle bu tür konularda genellemelerin gerçekliği birebir yansıtamaktan uzak olduğunu, daha çok eğilimleri yansıttığını belirtmekte fayda var. Siyah-beyaz mantığına dayalı bir yaklaşımla toplumsal olayları değerlendirmek hatalı sonuçlara götürecektir.
Siyasal İslam’ın tasavvufa yönelik yaklaşımında bir sınırlama, yüzeyselleştirme ve bu temelde bir sahiplenmenin sözkonusu olduğunu düşünüyorum. Mevlana’dan Yunus Emre’ye kadar pekçok sözümona siyasal İslam tarafından da sahiplenilen mutassavuf, aynı siyasal İslam yaklaşımı üzerinden değerlendirildiğinde haklarında fetva verilmesine de yetecek söylemlere sahiptir. Siyasal İslam temsilcilerinden açık sözlü olanlar bunu yer yer ifade etmektedir.
Aslında siyasal İslam’ın tasavvufa bu yaklaşımı, bireylerin iradesinin ve yaklaşımının ötesinde; iktidar olgusunun güç oluşturmanın bir aracı olarak şekilciliği önplana çıkarmasının, toplumu güç oluşturma ve hakim olma temelinde aynılaştırmasının, yine bu temelde farklı olanı ötekileştirmesinin sosyal alana genelde din, bunun özel bir hali olarak da İslam üzerinden yansımasıdır. Dolaysıyla siyasal İslam savunucuları tarafından ortaya atılan, tasavvuf yüzünden dinin elden gitmesi tehlikesi de aslında iktidar kaybından duyulan korkunun tekabülüdür. Tasavvufun belli temel nitelikleri iktidarlaşmaya oldukça terstir. Şekilciliğin reddi, korku yerine sevginin önplana çıkarılması, farklı olana tolerans göstermek ve kabul etmek, büyük cihad anlayışının (bireyin kendi kişisel yetmezliklerine açtığı cihad) küçük cihad anlayışından (dünya üzerinde İslam egemenliği kurmak anlamında) daha belirleyici olması gibi…
Beni bunda viribiyen bilür ben ne işe geldüm
Karârum yok bu dünyâda giderem yumışa geldüm
Dünyâya çok gelüp gitdüm erenler etegin tutdum
Kudret ünini işitdüm kaynayuban cûşa geldüm
Serd söz ile gönül yıkdum od oldum cânları yakdum
Sırrumı ‘âleme çakdum bu halka temâşâ geldüm
Ben oldum İdrîs-i derzi Şît oldum tokıdum bizi
Dâvûd’un görklü âvâzı âh idüp nâlişe geldüm
‘Âşık oldum şol ay yüze nisâr oldum bal agıza
Nazar kıldum kara göze siyâh olup kaşa geldüm
Mûsâ oldum Tûr’a vardum koç olup kurbâna geldüm
‘Âli olup kılıç saldum meydâna güreşe geldüm
Deniz kenârında ova kuyuda işleyen koga
‘Îsâ agzındagı du‘â oluban ben işe geldüm
Ay oldum ‘âleme togdum bulut oldum göge agdum
Yagmur olup yire yagdum nûr olup güneşe geldüm
Kâl ü kîlden geçenlere yolda gözin açanlara
Anlayuban seçenlere vak‘a olup düşe geldüm
Benem dertlüler dermânı benem ol ma’rifet kânı
Benem Mûsî-i İmrânî Tûr Tagı’ndan aşa geldüm
Yolum sana oldı turak sabahın söyleyendür Hak
Yûnus Emre dilinde Hak olup dile düşe geldüm
Yunus Emre
SİVİL TOPLUM, İKTİDAR VE ŞEYTAN
İktidarın dokunduğu, içine dahil ettiği her şeyi bozması kaçınılmaz mıdır? Peki sivil toplum, iktidardan bağımsız düşünülebilir mi? Alevi kurumlar sivil toplum alanını nasıl değerlendiriyor?
Iktidar olgusu yakından incelendiğinde, kendine has bir doğası, belirli bir şekillenişi ve işleyişi olduğu görülmekte. Sözkonusu olan basit bir yok edicilik değil aslında. Daha karmaşık bir yapı sözkonusu. En önemli yöneliminin ise kendi varlığını sürekli yeniden üretmesi, zuhur ettiği kişilik üzerinden, aynı zamanda sözkonusu kişiliği harcayarak, kendi varlığını giderek artan ölçüde gerçekleştirmesi olduğu söylenebilir. Bu sırada koşullar gerektirmediği sürece, meşruluğa dayalı iktidarsallıkta olduğu gibi, şiddete dönüşmeyebilir. Ebeveynlerle çocuklar arasındaki ilişkide veya eşler arasındaki beraberlikte yaşanan iktidarsallıkta olabildiği gibi. Fakat kendisini var etmesi, sürekli yeniden üretmesine yönelik bir engelin oluşması durumunda vicdani, ahlaki, hukuki, akli v.b. sınır ve normlar muğlak bir hal almakta, aşırı durumlarda ise geçerliliklerini kaybetmektedir.
Sivil toplumun iktidardan büyük oranda arınması mümkün. Bu konuda aşılması gereken iki büyük engel olduğunu düşünüyorum. Bunlardan biri kuşkusuz alternatif üretim ve mülkiyet ilişkilerine dayalı, uygun ekonomik altyapının var olması. Üretim ve mülkiyet ilişkileri bireyler, sınıflar, ülkeler boyutunda eşitsizliğe, sömürüye, adaletsizliğe dayalı oldukça ve bunları zor üzerinden sürekli yeniden ürettikçe, iktidarsız bir sivil toplum mümkün olmayacaktır. Aksini iddia etmek, bataklığı kurutmadan sivrisineklerle mücadele etmeye çalışmak olacaktır.
Diğer yandan, iktidar olgusunun uygun üretim ve mülkiyet ilişkileri üzerinden kendiliğinden yok olacağı iddiası da gerçekçi görünmemekte. Devlet düzeyinde Sovyetler Birliği deneyimi, toplumsal düzeyde İslam, Hıristiyanlık, Alevilik v.b. üzerindeki etkileri üzerinden değerlendirildiğinde, iktidarın bir kategori olarak bilince çıkarılması gerektiği, bu yönlü kültürel bir değişimin de gerekli olduğu görülmekte.
Şeytan’ın en büyük maharetlerinden ve avantajlarından birisinin, varlığına inanılmaması olduğu söylencesi aslında bu durumun dinsel tekabülüdür. İktidar kaynaklı bireysel ve toplumsal olumsuzluklar, alışageldiğimiz sembollerle ve basite indirgeyerek ifade etme alışkanlığımız yüzünden, şahsileşmiş ifadesini şeytan fikrinde bulmaktadır. Fakat aslında bu efsanevi kisvenin ardında kendisini başarıyla gizleyen, varlığını görünmez kılan iktidar olgusu olmuştur.
ALEVİLİK TARAFTARLIK GÜDÜSÜYLE TANIMLANMAMALI
Kitapta, arka kapaktada yer verdiğiniz üzere geniş bir Alevilik tanımına ulaşıyorsunuz. Peki herhangi birisi Aleviliği tanımlamaya giriştiğinde hangi adımı attığında boşluğa basar? Yani Aleviliği nasıl tanımlamak hata olur?
Herşeyden önce bilimsel objektiflik araştırmaların vazgeçilmez bir önkoşulu olmak zorunda. Siyasal güdümlü olmak, taraftarlık güdüsüyle hareket etmek, Aleviliği bu temelde çeşitli ırk, siyasi görüş v.b.’ne yedekleme çabasından sıyrılamamak, bilimsel objektiflik kaybı üzerinden yanlış değerlendirmelere götürecektir. Fakat öznellikler bağlamında türk, kürt, arap Aleviliği v.b. muhakkak mevcuttur.
Alevilik, tarihinde uğradığı katliamlara bağlı olarak, travma içinde yaşayan bir toplumsallık oluşturmaktadır. Bu durum da yer yer, duygusallık üzerinden oluşan bir bilimsel objektiflik kaybına götürmektedir. Bu da kendisini, örneğin Aleviliği İslam karşıtlığı üzerinden tanımlama çabalarında göstermektedir.
Aleviliği tanımlarken diğer dinleri şablon olarak kullanmak hatalı çıkarımlara götürecektir. Yalnızca diğer dinlerle ortaklaştığı belli noktalarda referanslar alınabilir.
Şablonlarla düşünmenin yol açabileceği bir hata da şudur: Tek tanrılı ibrani dinler dinin belli bir toplumsallaşma modelini de temsil etmektedir. Fakat dinin bu toplumsallaşma modeli evrensel değildir. Alevilik dinin bu toplumsallaşma modeline uymaz. ”Aleviliğin şartları nedir ?” sorusunun sorulmamış olması bundan kaynaklıdır.
Araştırmalarda din kavramının da durağan değil, dinamik bir olgu olduğu unutulmamalıdır. Bu yönüyle hem Hıristiyanlık hem de İslam çıkış süreçleri ve bugünkü halleri karşılaştırıldığında, toplumsal etkileri ve uygulamaları itibarıyla farklar taşımaktadır. Bu farklılıklar yalnızca zamana değil, coğrafyaya göre de değişmektedir. Çünkü dinamik bir olgu olan dinlerin oluşumunda, uygulamalarında ve geçirdiği değişimlerde tarihsel gelişmeler, üzerinde yaşanılan coğrafya, üretim ve mülkiyet ilişkileri, bölge ve toplumlara has kültürel, geleneksel ve göreneksel zemin, diğer akımlarla etkileşim v.b. rol oynamaktadır. Bütün bunlar üzerinden dinlerin günümüzdeki aktüel haline gelinmiştir. Öyleyse kendine özgünlüğünden şüphe duyulmayan Aleviliğin bu noktalardaki yapısı nasıldır ?
Alevilik adı altında anılan bektaşilik, dergah pratiği, tasavvuf, vahdet-i vücud düşüncesi, farklı yerel din ve inanç öğeleri İslamda olduğu gibi bir bütünselliğe sahip değildir. Böylesi bir kabul içinden çıkılamayacak sorulara götürmektedir.
SİSTEME KARŞI DOĞADAN YANA TARİHSEL BİR TEPKİ EVRİLİYOR
Kitabın son bölümünde Aleviliğin, onu oluşturan mekandan bağımsız yaşanamayacağına benzer düşünceler mevcut. Bir kez terk edilmeye başlanan mekan yeniden kurulabilir mi? Tarih, buna izin verir mi?
Günümüzde alevi toplumu mekanına, köklerine yaklaşımda sistem tarafından yaratılan koşullar üzerinden teslim alınmış durumda. En azından günümüz itibarıyla durum böyle. Bu alanda, bireysellikleri aşan, kendi paradigmasına kavuşmuş sosyal bir düşünce yoğunlaşması yok. Bu Aleviliğin genelde eksik tanımlanmasının da bir sonucu. Dolaysıyla bu konu en iyimser yaklaşımla belirsizliğini koruyor.
Öte yandan gerek Türkiye’de yaşanan belli gelişmeler, gerek iklim değişimi gibi küresel gelişmeler insanlığı doğaya farklı bir gözle bakmaya zorluyor. Biz bunu topraklarında altın aranmasına direnen köylüler ya da şehirden yalnızca yaz için de olsa kaçmak için mayısla beraber köyüne gelen şehirliler olarak, Avrupa’da plastik poşet veya mazotlu araç kullanımının yasaklanması olarak v.b. görüyoruz.
Dolayısıyla insanın mekanından ve doğadan koparan sistem şimdi tarihsel bir tepki üretmeye evriliyor. Alevilierin buradaki konumlanışını iç dinamiklerinde yaratacakları , inançlarına da yansıyan bir farklılıkla bu genel eğilimin buluşma düzeyi belirleyecek.
ALEVİLİĞE YÖNELİM SÜREKLİLİĞE DÖNÜŞEMİYOR
Avusturya’da yaşıyorsunuz. Gurbette Alevilik nasıl yaşıyor. Orada büyüyen bir genç, gerçekten Aleviliği anlayabilir mi?
Hem kendine özgü oplumsallığını hem de mekan bağını yaşayamayan, buna yönelik deneyimden uzak olan alevi gençliğinin Aleviliği bir bütünen algılaması, anlaması ve yaşaması tabii ki mümkün olmuyor. Kurulan dernek ve federasyonlar bu yüzden belli ritüellerle, teorik bir din ve inanç söylemiyle sınırlı kalıyor. Pratikle teori arasındaki uzaklık gençlere yönelik bir çekim alanı oluşmasını önlüyor. Kimlik arayışı üzerinden aleviliğe yönelimler olsa da süreklilik sağlanamıyor. Aleviliğin tanımı üzerinden yaratılan tartışmalar da bu olumsuzluğu besliyor. Dolaysıyla uzun vaadede Aleviliğin yaşatılması adına ümit verici bir görünüm yok. Avrupa’da yürütülen Alevilik çalışmalarının temel dinamiğinin, alevi küçük burjuva kesiminin alevi kitlesi üzerinden politik ve ekonomik yönüyle sisteme entegre olma çabalarından oluşması, Aleviliğin kendi tabanıyla buluşmasının önündeki engeli oluşturuyor.
TÜRKİYE VE ORTADOĞU ÜZERİNE ÇALIŞIYORUM
Bu kitabın bir devamı olacak mı? Kitap içindeki konular ya da başka tartışmalar içeren yeni çalışmalar yapmayı düşünüyor musunuz? Yazarın bir sonraki adımı ne olarak gözüküyor?
Üzerinde çalıştığım bir projem var. Daha çok Türkiye ve Ortadoğu’daki gelişmelerle ilgili. Aktüel siyasi gelişmeleri, insanla ve toplumla olan bağını, etkileşimini önplanda tutarak, geçmişi anlamaya, geleceğe ışık tutmaya yönelik ele aldığım bir araştırma. Yeterli seviyeyi yakalayabilirsem bir kitap olarak paylaşmayı düşünüyorum.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.